22 Nisan 2006 Cumartesi

Yıldızlı Bir Gecede...

Uzak, çok uzaklarda boşlukta bir yıldız (belki de yıldızlar arasında boşlukta bir nokta) aniden parlıyor ve sönüyor (küçük bir parıltı bu, ancak bir yıldız kadar).
Bunu dünyanın beş köşesinde birbirinden habersiz beş kişi görüyor.
Birincisi diyor ki:
“Bu benim yıllar önce yitirdiğim sevgilimdir. Şimdi uzaklardan bana göz kırpar. Ey sevgili, hâlâ seninle yaşayıp her gün seninle ölmekteyim. Senin gibi ben de unutmadım seni, böyle güzel gecelerde birlikte geçirdiğimiz saatleri.
Bekle beni sevdiğim, buluşmamız yakındır!”
İkincisi:
“Bu ancak bir basit doğa olayıdır. Boşluktaki taşların atmosfere girip yanmasıdır. Bu çıkan alevin parıltısıdır, o kadar.”
Üçüncüsü:
“Allah’ım bugün mü; sevenlerimle, sevdiklerimle mutlu yaşarken mi ölüm beni bulacak? Bana bir fırsat daha ver ki mutluluğu yakaladığım şu günlerde onlarla bir süre daha hoşça vakit geçireyim. Çocuklarıma iyi bir gelecek hazırlayayım, işlerimi yoluna sokayım. Bırak beni, ki ölüme hazırlanayım.”
Dördüncüsüyse şöyle diyor:
“Bütün güzelliklerin, bütün mucizelerin hamisi olan Rabb’im, ışığını bana gösterdiğin için hamdolsun sana. Bana güç ver ki amellerimi düzelteyim, senin adına daha hayırlı işler sergileyeyim. Bana sabır ver ki güçlüklere katlanayım ve dünyada insanlar için çalışayım.
Aksi takdirde daha fazla yaşatma beni ve şu naçiz vücudumdan çıkarıp yanına al.
Yüceler yücesi Rabb’im, takdir senindir.”
Ve sonuncusu da diyor ki:
“İşte geleceğimizi aydınlatan umutlarımız. Yarınlarımızı apaydınlık kılacak olan umutlarımızın saçtığı bu küçük kıvılcımlardır. Sonunda hepsi birleşecek ve ışıl ışıl bir dünyada yaşayacağız. Yeter ki herkesin geleceğe dair bir umudu olsun. İşte benimki parladı bile!”
Sonuncusu gencecik bir delikanlı. Şiirler yazdığı masa başından kalkıp yanı başındaki aralık duran pencereyi sonuna kadar açıyor, büyük (dev) şehri seyrediyor hafif bir tebessümle.
Dördüncüsü idealist ve dindar bir bilim adamı. İbadetini bitiriyor ve yeniden çalışmalarının başına dönüp ara verdiği yerden devam ediyor. Sabaha kadar durup dinlenmeden çalışıyor.
Üçüncüsü zengin, yaşını-başını almış bir işadamı. Ay ışığının altında, yatağında yatıyor. Gözleri açık, bir süre düşünüyor; sonra yanına dönüp uyuyor. Bir daha da uyanamıyor.
İkincisi bir partide. Eğlenen, coşan, insanların arasında canı sıkılmış, bahçede sigara içiyor. Onun hayatında ve düşüncelerinde hiçbir şey değiştirmiyor bu (zaten buna hiçbir şeyin gücü yetmez ona göre). Her zamanki gibi sıradan bir yaşam sürmeye devam ediyor.
Birincisi bir kadın. Sevdiklerinden uzakta yaşıyor, bir ağacın altında tek başına oturuyor, sessiz sessiz ağlıyor.

Alp ÇETİNER

2 Nisan 2006 Pazar

Binbir Gece Masalları Kime Ait?..

Binbir Gece Masalları... Bizden çok Batılılar’ın rüyalarını süsleyen masallar dizisi. Doğu’yu “içeriden” anlatıyor.

Onlar için gizemli, bilinmeyen bir dünyanın, barbar ve kâfirlerin dünyasının hiç duyulmadık yönleriyle, büyüleyici bir dille ve yine Doğu’ya özgü mübalağa sanatının gerçekten de fantastik örnekleriyle dolu bir öyküler silsilesidir bu...

Evet bizi anlatıyor; bugün adamakıllı yabancılaştığımız kendimizi, bir türlü resmini çizemediğimiz, kafamızda şekillendiremediğimiz tarihsel iç dünyamızı resmediyor. Satır aralarında “Müslüman Doğu”’nun günlük yaşantısını, toplumsal ilişkilerini, mahrem hayatını yansıtıyor.

Ne kadar değişmişiz, değişirken kendimize ne kadar da yabancılaşmışız! Şüphesiz 100-150 yıl önce daha çok “o dünya”ya aittik. Ama yine de tamamıyla ondan kopmuş değiliz. Hâlâ belleğimizin bir ucundan “oraya” bağlıyız.. Belki yalnız ve yalnız “ninelerimizin masallarıyla”... Öyle bile olsa, sırf bu bağın niteliğinden ötürü ona sarılıp, onu güçlendirmemiz gerekir.

İlk okuduğum, ince ve basit bir derlemeydi. “Masal” niteliği ağır basıyordu elbet. Daha sonra, tanıyıp bilmem gereken bir dünyanın kapısı olarak gördüm onu. Kapı aralanınca neyle karşılaşılacak? Bir masal dünyasıyla mı?.. Hem evet hem hayır. Bir yazar olarak onu bir esin kaynağı olarak görmedim değil. Böyle düşünmese bile kimlere, kimlere esin vermedi ki, kimlere esin vermez ki bu eser...

La Fontaine’den, Andersen’den Grimm Kardeşler’e; Bocaccio’dan Goethe’ye; Borges’ten Gide’e... Bazan Coelho gibileri de çıkıp bir öyküyü olduğu gibi kendine mâl edebilmiş.

Üzerine onlarca film çekilip yüzlerce şiir düzülmüş, yine yüzlerce kez çeşitli versiyonlarla resmedilmiş... Gizli ve açık, pekçok sanatçının eserinde kendine bir şekilde yer edinmiş... Mimari eserler, operalar, danslar, müzikler!.. Düşlere girmiş, muhayyileleri allak bullak etmiş.

Bütün bu sanatçılar içinde, herhalde Borges’in ayrı bir yeri vardır. Tutup bu “Doğu Külliyatı”’na karşı –ve elbet ondan mülhem- bir “Batı Külliyatı” olarak Babil Kitaplığı’nı kurmuş. Az şey değil.. “Bir ‘medeniyet’ (Batı) olarak onca başarımıza, sanatsal zenginliğimize karşın hâlâ ve maalesef böyle bir külliyatımız yok!” deniyor zımnen.

Her haliyle bu fantastik eser (veya eserler bütünü) herkesi –ama dedim ya, en çok da Batılılar’ı- büyülemiş. Kendi başına, “sui generis” bir efsane olarak anılagelmiş. Hattâ bu efsane de efsaneleri doğurmuş: Denir ki onu kimse sonuna dek okuyamaz, okuyup bitirebilse bile ölür! Orhan Pamuk’un dediği gibi, Binbir Gece Masalları’nı okusak da okumasak da, öyle veya böyle, eninde sonunda ölmeyecek miyiz?.. Doğrusu ben, “okuyup da ölmeyi”, veya “okumadan ölmemeyi” tercih edenlerdenim!

Kendi kendime hayıflanıyorum: eserin “kâşifi” Galland’ı, onun “kronik”ini çok önceleri okumuşken, onun adını dünyada anılır kılan “keşfini” nasıl bunca zaman göz ardı edebilmişim? Yine de, Yapı Kredi Yayınları’nın çıkarttığı, Âlim Şerif Onaran merhumun “ölmeden hemen önce” Fransızca’dan büyük bir itinayla çevirip de matbu halde görmeye ömrünün vefa etmediği bu çok özel çalışmaya “yetişebildiğim” için mutluyum.

Yayınevinin baskı ile ilgili eserleri tartışılabilir, ancak üstadın çevirisi bana göre ancak takdir edilebilir. Öte yandan, çeviriden ve onun niteliğinden söz ederken nihai çevirinin kaynağı Mardrus’ün şu sözünü unutmamak gerek:

"Onları değerlendiriyor ve oldukları gibi: et yumuşaklığı ve kaya sertliğiyle veriyorum.
Çünkü... çeviri yapmanın namuslu ve mantıksal birtek yolu vardır: sözcüğü sözcüğünelik; her türlü kişisellikten uzak, olsa olsa göz kapağının ivedi açılıp kapanması ve uzun uzadıya tadına varılması için bir nebze yumuşatılmış... Bu yöntem, etkileyerek, en yüce edebi kudreti sağlar.bir zevk çağrısı uyandırır. Belirtirken yeniden yaratır. Gerçeğin en güvenli kefilidir. Taş çıplaklığı içine kararlılıkla dalar. Çiçeğin ilkel kokusunu saçar ve onu billurlaştırır. İçini boşaltır, bağlarını çözer... Saptar.
Kuşkusuz, sözcüğü sözcüğünelik, nasıl taşkın bir ruhu zincirler ve onu evcilleştirirse; kalemin cehennemi kolaylığını da durdurur. Ben, bundan şikayetçi olmayacağım. Zira bir çevirmende sade, anonim! ve adına aptalca düşkün olma illetinden arınmış bir deha bulunabilir mi?.. Ancak, aslında, özgün tadı vermedeki güçlük, Doğu Babil âşığının parmaklarına dolanan sarmal olup, onun çözümleme zevkini önleyecek kadar da yoğunlaşmamalıdır."

Şeref dolu cümleler.. Türkçe’sinin bu ilkelere tamamen uygun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette eserin (yoksa bu noktada “eserlerin” mi demeliyim? Zira onun günümüze ulaşmasıyla ilgili o kadar çeşitli rivayet var ki...) Arapça aslından çevrilmemiş olması ayrı bir sorun ve başlı başına bir araştırma konusu. Yalnızca bu durum bile onu en çok kimin sahiplendiğiyle ilgili bize ipucu veriyor aslında.

Binbir Gece Masalları’nı kim yazmış?.. Belli ki onun onlarca, belki yüzlerce yazarı var. Onun için mi bu kadar gözardı edilmiş, “hor kullanılmış”?.. her gelen kendi tarlası gibi sürmüş onu.

Belki de ağırlıkla sözlü rivayetlere, sözlü edebiyata dayalı olduğu için anonimleşmiş...

Ne olursa olsun, bu anonim eser her kelimesiyle Doğu’yu anlatıyor, yani bizi. Anadolu’dan Mağrib’e, Çin Hindi’nden uzakdoğu adalarına kadar Doğu’yu...

Bir zamanlar ve şimdi bizim yaşadığımız, yönettiğimiz yerleri, ortak tarihimizin hüküm sürdüğü sınırlar içinde yer alan toprakları; bizim örfümüzü, adetimizi ve günlük yaşayışımızı anlatıyor.

Mükellef bir Türkçe çevirisi ancak 2000’li yıllarda yapılmış bu muhteşem eseri Araplar’dan, Farisiler’den, Mağribiler’den, Hintliler’den, ama en çok da Batılılar’dan önce bizim sahiplenmemiz gerekirdi.



Alp Çetiner