1 Mayıs 2006 Pazartesi

Şu Dil Sorunu Dediğimiz...

Siyasal düzlemde kabul görmüş her yeni anlayış, her yeni felsefe dili biraz daha bozdu, birşeyler aldı götürdü ondan. Tanzimat döneminde başlayan dil yozlaşması boyut değiştirerek Servet-i Fünun edebiyatı ile sürdü. Cumhuriyet döneminde “dil inkılâbı” adı altında –herne kadar sonradan uygulamanın yönü değiştirilse de- bir kıyıma şâhit olundu. Tarihimiz-geçmişimizle, kültürel belleğimizle bağlarımızı oluşturan kelime haznemiz daraltılıp bir kültürel tabana oturmayan, kimi zaman dil ve türetme kurallarına dahi uymayan bir Türkçeleştirme faaliyetine girişildi. “Öztürkçe” addedilen bu yeni kelimelerin de pekçoğunun (bir imparatorluk diline uygun olarak) yabancı kökenli ve/fakat zamanla Türkçeleşmiş kelimeler olduğunu görüyoruz.

Bu kelimelerin önemli bir kısmı dilimizde bugün yer edinmiş vaziyette, onları fiilen kullanıyoruz. Ancak bunun için, bir dil (ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip bir imparatorluk dili) ve –dolayısıyla- kültür adına hayatî sayılabilecek ölçüde önemli ödünler vermek zorunda kaldık. Artık gençlerimiz, zamanında en açık ve duru bir Türkçe ile yazmış olan Ömer Seyfettin, Hâlide Edip ve Reşat Nuri’yi bile sözlük yardımıyla veya “sadeleştirilmiş” basımlarından okumak zorunda kalıyorlar. Tevfik Fikret ya da Hâlit Ziya’dan bahsetmiyorum bile. Bu, toplumun geçmişini unutması, tarihiyle bağlarını koparması demektir.

Verdiğimiz bir diğer ödün anlam kısırlaşması ile ilgili:

Bir zamanlar dilimizde "güzel"i anlatan onlarca kelime bulunurdu ve bunların herbiri çeşitli kullanılışlarıyla, farklı güzelliklerin ifadesi olmuştur. Bunlardan birkaçını anlamlarıyla sıralayalım: Lâtif ince, şeffaf hattâ ruhanî güzelliği; zîbâ süslü ve yakışıklı güzelliği; hoş bilindiği gibi, hoş güzelliği; tarâvet tazeliği ve taze güzelliği; dîdâr yüz güzelliğini; râ’nâ, gül-i râ’nâ ve nergiste olduğu gibi, renkli güzelliği, ya doğrudan ya da mecazla ifade ederler. Bunlardan başka şîrinlik, sabâhat, melâhat, vecâhet, cemal, behâ, hüsün, ân vb. gibi daha nice kelime güzelliğin çeşitli yönleriyle ifadesi olmuştur (1). Kimi zaman bunlar da yeterli görülmemiş, hüsn ü cemal, hüsn ü behâ hüsn ü ân şeklinde birarada kullanılmışlardır.

Zamanın edipleri daha da ileri gidip Farsça gönül demek olan dil kelimesiyle yapılmış ne kadar birleşik sıfat varsa bunları, çeşitli güzelliklerin ifadesinde büyük ustalık ve incelikle kullanmışlardır. Bunlardan "dilârâ" (gönül süsleyen), "dilber" (gönül götüren), "dildâr" (gönül tutan), "dilpesent" (gönlün beğendiği), "dilrüba" (gönül çeken), "dilşikâr" (gönül avlayan), "dilfürûz" (gönül parlatan), "dilfirîb" (gönül eğlendiren), "dilmişin" (gönülde yerleşen), "dilnevâz" (gönül okşayan) güzel demektir ve bunların sayısı burada sayılanlardan daha fazla ve çeşitlidir (2).

Bu kelimelerin bugün tamamına yakını öldürmüş durumdayız. Bir panelde, konferansta, TV’de konuşanların da, sokakta kavga eden çocukların da durumunu “tartışma” kelimesi ile karşılıyoruz. "Münakaşa, müzakere, münazara, müşahede, münazaa" kelimelerinden mahrum kalıyoruz.

Hayal yerine imge, ruh yerine tin, mesela yerine örneğin koyup (3) kelimelerin kültürel ve edebî anlamlarını yok ediyoruz.



Ziya Gökalp’in dediği gibi,

“Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir
Eski köke tapmayız.”

deyip, dilimize yerleşmiş, “Türkçeleşmiş” kelimeleri Türkçe’deki kullanımıyla bırakmamız gerekir.

Buradan geliyoruz dil yozlaşmasının son ve en önemli halkasına...

Son 40-50 yıldır süren dil yozlaşması-yozlaştırılması faaliyetinin mahsullerini son yıllarda topluyoruz: artık hepimiz İngilizce konuşuyoruz! ‘80’lerden sonra ivme kazanan faaliyetlerle, Türkçe’nin gazete-TV dili gibi günlük kullanımı da İngilizce-(İngilizce bozması) Tarzanca olarak değişti. Caddelerde-sokaklarda Türkçe isimli mağazalara, dükkânlara artık rastlayamaz olduk. Bu da yetmezmiş gibi, (çocukların yabancı dil öğrenmesi için!) -günün belli saatlerinde de olsa- İngilizce yayın yapan, çizgi film oynatan TV kanalları türedi.

Artık izin değil “off” kullanıyoruz, ticaret veya alışveriş merkezlerine değil “center”lere gidiyoruz, mankenler “top model” olmak için uğraşıyor, “cash”e ihtiyaç duyuyoruz, “start” veriyoruz, “brunch”lara katılıyoruz, “CV” yolluyoruz, toplam veya yekün değil “total” belirliyoruz, “mail”leşip “chat”leşiyoruz, “retail” sektörüne giriş yapıp “executive” oluyoruz, “CEO”larla çalışıyoruz, “translate” ediyoruz, “presentable” görünüyoruz...

Hayat gibi kültür ve elbette dil de bir sebep-sonuç zincirlemesiyle yürüyor, değişiyor, son buluyor. Bu durumun da müsebbibi birtakım unsurlar var. Türkiye’nin sonu gelmez Batılılaşma serüveni bunların başında geliyor. Ama bir de tedbirsizliğimiz, dirayetsizliğimiz, mukavemetsizliğimiz var. Yeniliklere açık olmak bir tarafa, “bize ait” olanların kopup gitmesine izin veriyoruz. O zaman da biz “biz” olmaktan çıkıyoruz tabii.

Dilde bu minval üzere kurulmuş bir kurumumuz var. Böylesine hayatî bir mevzuyu, toplum geneline yayıp aklî ve vicdanî duyarlılığı tevdi etmek gerekirken yalnızca bir kurumun çalışma ve çabalarına bırakmak olur mu, olmaz elbet ama Türk Dil Kurumu’ndan yine de çok daha etkin bir çaba beklenirdi.


(1): Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı (16. baskı), 1999, İst., sf. 161
(2): a.g.e., sf. 162
(3): Üstat Banarlı, dilimize Öztürkçe diye sokulmuş olan bu kelimenin kökünün de, ekinin de Ermenice olduğunu kaynaklarıyla ispat ediyor. Bkz., a.g.e., sf. 147 “Örneğin Faciası” adlı bölüm.



Alp Çetiner