30 Ekim 2011 Pazar

Köyde, su kenarında akşamı severim...
Her yanda beyaz bulutlar kaynaşır...
Karşımdaki kapı artık görünmez oldu,
Artık yalnız tavuklarla köpekler birbirini işitebilirler.

Köyde, su kenarında akşamı severim,
Bütün köylülerin bitap oldukları,
Fasulye sırığından yapılmış çardağın altında gevezelik ettikleri,
Her sözün bir şiir olduğu anı severim.

-Hsü Wei-

Brihadaranyaka Upanişad

Başlangıçta yalnız Atman vardı. Etrafına baktı, ama kendisinden başka hiçbir şey  görmedi. “Ben varım” dedi. Bundan dolayı, O’nun adı “Ben” oldu. Bu nedenle şimdi dahi bir adama kim olduğunu sorsanız o önce “Ben” der, sonra da sahip olduğu diğer ismini söyler. O her şeyin en eskisidir. Bu yüzden O’na “ilk fert” adı verilmiştir. Bu gerçeği bilen kişi her kötülüğü yok eder ve insanlar arasında ilk sırayı alır.
Korku duydu, çünkü yalnızlık korku yaratır. “Benden başka hiçbir şey yoksa niçin korkayım?” diye düşündü. O zaman korkusu geçti, korkacak bir şey yoktu. Çünkü korku, ikinci bir varlık olduğu zaman geçerlidir.


(Upanişadlar – Tanrı’nın Soluğu
Mehmet Ali Işım, Dergah Yay., İstanbul, 1999.)

Dans!..



İnsan hayatının üç boyutlu bir tasviri olan dansın gücü simgeselliğinde gizlidir. Kristalize olmuş bir simgeler bileşkesi olarak dans, bu simgelerin insan vücudunda şekil bulmuş hâlidir. Öncelikle, ruhsal âlemlere ulaşmak için fizikselliğin sınırlarını aşmak isteyen insanoğlunun çabalarını dile getiren bir simge sayılabilir dans. “İnsanı temsil eden bir görüntü” oluşturmak için bedensel davranışlar kullanılır.

Ancak dansın bir bedensel yeterlilik veya kabiliyet gösterisi olarak görülmesi, dansın sanatsal işlevini ortadan kaldırır; onu salt eğlence, akrobasi veya cimnastik sınıfına koymamıza neden olur. Zira sanatı sanat yapan ölçü, araçlarının ifade yüklü olmasıdır. Bu noktadan hareketle, kişisel veya grup becerisine dayalı kinetik unsurların tamamını “dans” başlığı altında tasnif edebilsek bile, bu unsurların tümünü “sanat” adı altında açıklayamayız.

Ayrıca diğer sanat dalları gibi dansı da, davranış bilimlerine ve tarih, antropoloji gibi beşeri bilimlere dayalı farklı okumalara tâbi tutabiliyoruz. Bu okumaların çoğu sosyolojik ve sosyo-psikolojik olmak durumunda.

Bugün biliyoruz ki dansın ana ilham kaynakları öncelikle eğlence ve dînî ritüellerdir. Rüzgârda ağaçların, çiçeklerin salınışı, yılanın kıvrılışı, ateşin hareketi veya fırtınalı denizde dalgalanmalar gibi –mimesis ile açıklayabileceğimiz- menşei doğa olan danslar ile, matem ve savaş gibi sosyal olgular üzerine kurulu danslar da, bu olgunun bir sanat dalı olarak doğuşuna öncülük etmiştir.

Hıristiyanlığın gelişmesiyle doğan ahlâk anlayışı; dansı aşk, şehvet ve şiddeti çağrıştıran bir unsur olarak görmesi ve buna karşı tavır alması, dansın en azından Batı’da yüzyıllarca tahkir olunmasına yol açmıştır. Yine kendisiyle hemen hemen ortak araçları (insan bedeni ve sesi) kullanan farklı sanat dallarının (tiyatro, opera, pantomim, sinema; bizde meddah, ortaoyunu, vb.) gelişimi de, ifade biçimi temelde simgelere dayalı ve en eski sanat dallarından biri olan dansın gelişimini sekteye uğratmıştır. Özellikle modern çağda sinemanın devreye girmesiyle bir sanatsal faaliyet olarak geri planda kalmıştır.

İlk çağlarda tiyatro ve modern çağda sinema, bir sanatsal araç olarak insanı farklı kılıflarda ve çok çeşitli yönleriyle kullanarak çığır açmıştı. Bu sanat dallarındaki görsel ve işitsel öğelerin çokluğu, herbiri ortaya çıktığında dansı geri plana itmede etken oldu. Ayrıca bu sanat dalları, bu varyasyonlar içinde dansa da yer veriyordu. Dansa eşlik eden müzik de en şık ve çeşitli örnekleriyle bu sanat dalları içinde pek âlâ yer bulabiliyordu. Dansın işlediği bütün temalar, bu diğer üç boyutlu insanlı temâşâ (gösteri) sanatlarının tümünde de işlenebiliyordu. İşte temelde bu nedenlerden ötürü dans, diğerleri yanında bir sanat dalı olarak gelişimini rahatlıkla sürdüremedi, bunların gerisinde kalmaya mahkûm oldu.

Oysa ki dans, insan duygularının en kolay, estetik ve –ve çoğu zaman zevkli- ifade biçimlerinden biri olmuştur.zaten bu nedenle en eski çağlardan beri –hiç olmazsa bir davranış biçimi olarak- varlığını sürdüregelmiştir ve sürdürecektir de.

Ancak biliyoruz ki, eski çağlarda dansın insan hayatındaki yeri ve önemi çok daha büyüktü. Bu bilgiyi Eski Mısır, Yunan, Orta ve Uzakdoğu ile Güney Amerika medeniyetlerine ait yazılı ve görsel kaynaklarından rahatlıkla edinebiliyoruz.

Az önce de belirttiğim gibi, basit ve simgesel ifade biçimleri yerini daha sofistike olanlara bıraktı. Bunun nedenlerini de yukarıda açıkladım. Modern çağlara yaklaşıldığında bu hareket ivme kazandı, bu duruma dans da dahildir. Bu durumun nedeni olarak da değişen sosyal ilişki biçimleri, hayat tarzları ve standartları gösterilebilir. Elbette bunun geri planında da üretim ve paylaşım tarzı ve ilişkileri ile teknolojik gelişim bulunuyor, yani klasik altyapı unsurları..

Dansta da modernleşme öncesi ve sonrası, bu yönde yeni açılımları görüyoruz. Bu açılımlar Batı’da ve öncelikle bale, sonra salon dansları (ki vals bu konuda öncü örnektir) ve nihayet modern danslar olarak tezahür etti.

Faulkner'dan...

İşte bu yüzden, bugün yazan gençler, hakkında yazmaya değen, dert ve yorgunluğa değen tek şeyi, sırf bu yolla iyi yazmalarını sağlayabilecek olan tek şeyi unuttular: kendiyle çatışan insan kalbinin sorunlarını. Bunu yeniden öğrenmeliler. Olabilecek en bayağı şeyin korkmak olduğunu kendilerine öğretmeliler: bunu yaparken de çalışmalarında ezelî gerçeklerden ve yüreklerinin doğrularından, geçici ve yok olmaya mahkûm herhangi bir öykü içermeyen evrensel doğrulardan –sevgi ve onurdan, şefkat ve gururdan ve merhamet ve fedakârlıktan- başka hiçbir şeye yer bırakmayacak biçimde, her şeyi sonsuza kadar unutmalılar. Yoksa bir lânet altında çalışırlar. Aşkı değil şehveti, kimsenin değerli bir şey yitirmediği yenilgileri ve umut içermeyen, en kötüsü de şefkat ve merhamet içermeyen zaferleri yazarlar. Kederleri hiçbir evrensel kedere neden olmaz, hiçbir iz bırakmaz. Kalpten değil, hormonlardan yazarlar.

W. Faulkner, 1949 Nobel Ödül Töreni  Konuşması’ndan

29 Ekim 2011 Cumartesi

... işte son yirmi dört saatin envanteri: hiçbir yeni fetih yok!

Cemil Meriç'ten...

Bu kitapların da, fedakarlıkların da kimseye faydası yok. Sen de koş, sen de düş, sen de yaralan. Kalbinin duracağı bahtiyar güne kadar seninle beraber yaralanmaktan başka ne yapabilirim?..Advertise with my Blog



buy blog reviews
Zümrüt görünüşleri göğe değen sivri dağ tepeleri arasında, yılların nasıl geçtiğini bilmeden, özgürce yaşıyorsunuz. Eski yolu görmek için iri bulutları şöyle bir yana itiyorum. Kaynakların sesini dinlemek için ağaç kütüklerine yaslanıyorum. Yumuşacık çiçeklerin içinde kara sığırlar yan gelip yatmış. Ulu çam ağaçlarının üstünde beyaz turnalar uykuya dalmış. Irmakta akşam olduğunda daha biz söyleşmekteydik. Ve işte tek başıma sisin ve soğuğun içine yine dalıyorum.

-Li P'o-

Azize Hildegarde (1098-1179) diyor ki:


Hayatın bütün kıvılcımlarından ışın ışın yayılan ve en üstün gücüm ben. Bende ölümün hiç yeri yoktur...
Ben, tarlaların güzelliğinde parlayan ilahi cevherim. Ben suyun parlaklığıyım. Ben güneşte, ayda ve yıldızlarda yanarım. Görülmeyen rüzgarın esrarengiz gücü, benim gücümdür. Ben, yaşayan her şeyin soluğundayım. Ben yeşil çayırlar ve çiçeklerle nefes alıp veririm. Sular canlı varlıklar gibi akıp gittiğinde, işte ben oyum. Ben arzı üzerinde taşıyan sütunlar arasındayım. Ben bilgelik'im. Yaratıcı kelamın gürlemesi herbir şeyden yankılandığı zaman, bu kelam benimkisiydi. Ölmesinler diye ben bütün varlıklarda bulunurum. Ben hayatım.

Uyanın beyler!
Biraz kafa patlatın da
şu derdimize bir derman bulun!


-Fareli Köyün Kavalcısı'ndan-

28 Ekim 2011 Cuma

Şark'ın sonsuz ve esrarlı 
Gecelerinde bir hayal gibi göründü 
Otuz-kırk tane gemi 
Binlerce renk pullar saçan tüle büründü 


-Sema, "Efsane Hanımlar" albümünden-
Kısa bir gülümseme yürüdü dudaklarından
Benim dudaklarıma da geçti
Çocuklar gibi kızardım
Öteki kızlar gülüştüler
Ben kendimi sevdim, güvendim
Saçlarımı düzelttim, göğsümü biraz kapadım
Bana elini uzattı, ellerimiz birbirine değdi
Sıcaktı, inceydi, kıskanırım anlatmaya bu eli 


-Edip Cansever-
Ne zaman bir tilkinin, sanki dünyada hiçbir derdi yokmuş gibi, tam bir özgürlük içinde buz tutmuş gölün üstünden geçişini veya güneşli bir havada tepelerde koştuğunu görsem, güneşin ve dünyanın gerçek sahibinin o olduğunu düşünürüm.

H. D. Thoreau

27 Ekim 2011 Perşembe

Vaktin birinde, caddede, sırtına İsis heykeli yüklenmiş bir eşek görünür. Heykeli görenler, ihtiramla önünde eğilip saygılarını sunarlar tanrılarına. Zavallı eşek bunu üzerine alınır ve kendisini tanrı zanneder...

Bunun üzerine onu süren işçi sopasıyla eşeği dürtüp der ki:

"Non es Deus tu, aselle, sed Deum vehis." - Sen tanrı değilsin küçük eşeğim, tanrıyı sırtında taşıyorsun.

O tarihten beri, kendisini birşey zannedenlere bu söz itham olunur.

Annem her fırsatta çocuklarına , güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi. 
Güneşe ulaşamazdık ama hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi. 


Z.N. Hurston