5 Şubat 2008 Salı

Büyük Bir Yazarın Ölümü Üzerine

Babam öldü. O büyük bir yazardı. Şimdi bütün ülke onun ardından yas tutuyor.
O, beni de yetiştiren mükemmel bir hocaydı yanı zamanda. Ama aynı şeyi babalık görevi için söyleyemeyeceğim. Bunu işiten hayranları hayal kırıklığına uğrayacak muhtemelen (umursamıyorum).
Onun artık kemikleşmiş bir izleyici kitlesi vardır (son zamanlarda adı benim adımın yanında anılıyor olmasına rağmen). Bu nedenle yapıtlarının ilk baskı adetleri hep çok yüksek olur. Kitapları seri halinde satılır. Dergideki köşe yazıları pek çok insan tarafından kesilip biriktirilir. Bu, böyle bir süre daha devam edecek (sayemde); yani dergideki köşe yazılarının yayımlanması ve bir-iki kitabının daha piyasaya çıkması, demek istiyorum. Çünkü babamın yazılarını tasnif etmek –ve dolayısıyla çalışma odasını kurcalamak- işi üzerime kaldı. Bu pek de can sıkıcı birşey değil aslında. Çünkü o çalışma odasına kimseyi sokmazdı ve o odada neler olduğunu herkes gibi ben de merak ediyordum.
Babamla olan ilişkilerimizde, arada her zaman bir mesafe vardı. Esasen zıt mizaçlı insanlar olduğumuzu söyleyebilirim. Benim olanca sıcakkanlılığıma karşın soğuk bir adamdı o, ve aramıza aşılmaz mesafeleri koyan da oydu bu yüzden. Bu mesafeyi ölümünde de korumasını bildi. Onu yitirmiş olmak bana hiç de, herkese olduğu gibi bana üzüntü vermedi. Onun ölümünü pek fazla umursamadım. Yalnız, seçkin bir aydının aramzdan ayrılması herkes gibi bana da koydu.
Açık söylemek gerekirse, ona karşı olan tutumumda pek de objektif değilim. Hattâ biraz haksızlık ettiğimi de kabul ediyorum. Hani “olanca sıcakkanlılığıma karşın” dedim ya, yine de aramızdaki duvarları yükselten bendim belki de (ne de olsa onun kanını taşıyorum). Belki gün gelir bu duyarsızlığımı, duygusuzluğumu, hattâ karmaşık ruh halimi olayın sıcaklığına verir, onunla olan ilişkime daha gerçekçi olarak yaklaşabilirim.
Bu yazıyı daha fazla uzatmak ve sözlerimle onun hayranlarını daha fazla üzmek istemiyorum. Yalnız şunun da belirtmeden edemeyeceğim: ölmüş-gitmiş birinin ardından söylenen “o mükemmel bir insandı” söylemleriyle aradan sıyrılmak yerine ben, onunla ilgili duygularımda, düşüncelerimde samimi olmayı yeğledim. Ve elbette bunun geçerli nedenleri var, benim için.

* * *

Arkasından onun için çok şey söylendi, söylenecek. Dediğim gibi o, yazılarıyla, okuyucularıyla buluşmaya bir süre daha devam edecek.
Ücra bir köşeden bulup çıkarttığım dosyalarından birini kendime ayırmayı uygun gördüm. Bununla ilgili ne gibi bir planı vardı kimbilir, ama şimdi ben onu kendi yazılarım arasına katıyor ve sizinle paylaşıyorum. Üstünde yıllar önce benimle yapılmış bir röportajın ve resmimin bulunduğu bir gazete sayfası (babam kimi satırların altını çizmiş ve karmaşık bir yazıyla, kendince notlar düşmüştü), babama ait bir karalama ve en altta da uzun zaman önce annemin kaleme aldığı eski bir mektup bulunuyordu dosyada..


Pazar Sohbeti
“Yazar Tunç Tanövül ile Kısa Bir Söyleşi”

- Ödülünüzü alırken, bu ödülün yeni kuşak yazarların toplum tarafından beğenildiğinin ve benimsendiğinin otoritelerce tescili anlamına geldiğini söylediniz. Sizce halk, sözünü ettiğiniz yeni akıma ne ölçüde ilgi duydu?
- Bu yeni anlayış, somut bir yazınsal kalıba oturtulmadığı, böyle bir dayanağa sahip olmadığı için tuttu bence. Bu nedenle kullandığınız “akım”sözcüğüne de bir türlü ısınamadım. Bu benim kuşağımın anlayışına ters çünkü. Eserlerimi üretirken şu sorunsal üzerine kurarım herşeyi: Nasıl daha fazla düşündürebilir, şaşırtabilirim? Elbette bu anlayışı benimseyen ilk yazar, hattâ ilk sanatçı ben değilim. Bunun temeli eskilere dayanıyor. Neyse, bir sanatçının ulaştığı kitleyle arasında gizli bağlar vardır. İşte bu da bunlardan biri... Günümüz insanı daha fazla düşünmek istiyor; önüne hazır konulmuş pastayı değil, malzemeleri verilmiş olanı tercih ediyor. Pekçoğu da hayal dünyasını renklendirmek için ilgti duyuyor sanata. Şunu demek istiyorum: bırakınız ayrıntılarla uğraşmayı; temayı verin, gerisini karşınızdaki hayal etsin. Bötle olunca bütün insanlara tek bir eser değil, herbir insana ayrı eser vermiş oluyorsunuz bir anlamda. Kitabınızı okuyucu ile birlikte yazmış oluyorsunuz. İşte bu evrensel anlayışı benimsiyor insanlar. Tek tip pastaya şartlandırmamalıyız onları; malzemeleri verelim, onlar kendi hayal ettikleri pastayı kendileri yaparlar. Sorunuza dönelim, sözünü ettiğim gibi, bağlar meselesi...
- Ben ilk değilim, dediğinize göre bir ilham kaynağınız vardır mutlaka?..
- Evet, var.. Birden çok hem de. Aslında insanın tek ilham kaynağı olduğunu söylemesi bir anlamda, o kaynağı taklit ettim, demesi gibi geliyor bana. İnsan -ister istemez- pekçok insandan pekçok şey edinip –yine ister istemez- yeni bir bileşim elde ediyor. İlkgençliğimde okuduğum Orhan Pamuk etkilemiştir beni mesela. Onu Türkiye’de hazır pastacılığı, armut piş ağzıma düş ekolünü yıkan adam olarak görürüm. Sonra Tanpınar beni çok etkiledi. Güntekin’den, İlhan’dan; Cibran’dan, Tagore’dan, Hafız’dan, Maalouf’tan; Joyce’tan, Eco’dan, Poe’dan, Hesse’den, Borges’ten, Ayn Rand’dan, Nabokov’dan, Ondaatje’den, Salinger’dan da etkilendim. Ve şu an hatırlayamadığım ve belki de asla bilemeyeceğim pekçok insandan... elbette ki bu listenin en başında babamla annem var. Sanatsal anlamda da benim için mükemmel birer örnek oldu onlar. Babam Tarık Tanövül’ü herkes tanır da annem Kiraz Gönülalan’ı çok kişi bilmez. Halbuki onun, üzerimdeki manevi etkisi çok büyüktür, kendisini ben küçükken yitirmiş olmamıza rağmen. Belki düşlediği gibi büyük bir yazar olamadı ama –bence- büyük bir insan olmayı başardı. İlham perisinin bana onun suretinde göründüğünü düşünürüm bazan.
- Onun intihar ettiğini biliyoruz. Bunu neden yaptığı hakkında bir bilginiz var mı?
- Hayır. Esasen bunu araştırma-soruşturma istek ve ihtiyacını da hiçbir zaman duymadım. Belki korkaklık bu, kurcalayınca altından çıkacaklar ürkütüyor beni.
- Peki’.. Özel yaşantınıza ilişkin bir sorum daha var –tabii izin verirseniz-. Nasıl bir ortamda yetiştirildiğinizi merak ediyor olmalı okurlarınız...
- Yedi yaşımdan itibaren, üvey annem olan Serap Tanövül’ün elinde büyüdüm. Babamdan çok onun emeği vardır üzerimde. Benden dört yaş büyük olan ablama ve bana hep olgun birer insan olmamız salık verildi. Ağırbaşlı olmak, az gülüp az oynamak falan filan. İçimdeki çocuksuluğu ancak yazarak dışarı atabileceğimi düşündüğüm için yazar oldum sanırım. Yoksa annem de, babam da yazar olduğu için değil. Öte yandan çocukluk dönemimizde hep birlikte olduğumuz ablama bakarsanız durum pek öyle değil. O ev kadınlığını tercih etti. Ancak ikimizde de ortak olan nokta şu ki, baba ve annemiz gibi siyasete ilgi duymadık hiçbir zaman. Ankara’nın bol kükürtlü havası bizi de sindirdi: o şimdi İstanbul’da çocuk bakıyor, bense hâlâ Ankara’da yaşayan sıkı bir romantik...
- Sanatın kalbi İstanbul’da atıyor... Oraya yerleşmeyi düşünmediniz mi hiç?
- İstanbul bana iki beden büyük geliyor. Ankara’nın yerleşik, sakin, kendi yağında kavrulan havasına karşın orası büyük bir keşmekeşmiş gibi geliyor insana. Karım da, ben de bu şehri seviyoruz.
- Karınızın sanatla arası nasıl?
- İyi bir izleyici, ama o kadar. Üretici değil. Güçlü bir sporcunun iyi bir antrenöre ihtiyacı olduğunu savunur, ve evet, bunu uygular da. Doğrusu kimi zaman, besiye çekilmiş at gibi hissettiğim olur kendimi...
- Son olarak, Tunç Tanövül kendisini yazın’da nereye koyuyor ve geleceğe ilişkin beklentileri ile umutları neler?
- Kesinlikle yolun başında değil bana göre Tunç Tanövül... Çünkü yolun başındakiler, her zaman kendilerini zirvede sanarlar. Ancak biraz olsun yol katedenler, geriye dönüp de arkalarında bıraktıkları o kısacık yolu görünce daha ne kadar yolları olduğunu anlarlar. Beklentilerime ve umutlarıma gelince; hayat, bana kendisinden hiçbir şey beklememem gerktiğini öğretti. Bu nedenle önümü umutlarla değil planlarla aydınlatıyorum.


Eski Karım


Eski karımı gördüm geçen gece rüyamda: “Demek sonunda beni unutup başka kadınlarla ilgilenir oldun. Beni sevmediğini biliyordum zaten. Çünkü sadakat sevginin ölçütü değildir.”
Tatlı mı acı mı olduğunu anlayamadığım, boğazımda düğümlenen birşeylerle, gözyaşlarıyla irkildim. Hem kâbus gördüğümü düşünüyor, hem de uyanmak istemiyordum. Gözlerimi yumup onun hayalini kurmaya çalışıyor, ama bir türlü beceremiyordum. Onu, bana azarlar gibi bakan gözleriyle, muzip gülümsemesiyle düşünmeye, kafamda onun yüzünü canlandırmaya çalışıyordum. Ama zihnimdeki yüzler o rüyadaki yüzü tutmuyordu.onu hep yatağımdaki, koynumdaki kadın olarak anımsıyordum.
Biliyordum aslında, bilinçaltımdan kaynaklanan bir yanılsamadan başka birşey değildi bu. Karımı değil, “o kadın”ı ben kendim yaratmıştım kafamda.
Mantığım bunları söylerken duygularım hiç de öyle demiyordu.
Kalkıp su içtim. Evin içinde biraz dolaştım. Sedirin üzerinde, dizlerimin üstünde oturup camdan dışarıyı seyrettim. Uyuyan şehre dalgın dalgın bakıp hiçbir şey düşünmemeye çalışırken gözkapaklarımın gittikçe ağırlaştığını hissettim, direnmedim.
Kendimi durmaksızın, ara vermeksizin konuşurken buldum rüyamda. İşte, yine karşımdaydı o! Ama bu sefer çatık kaşlı, muzip bakışlı kadın değil, benim hatırladığım (ya da hatırlamak istediğim) yatağımdaki kadındı. Çırılçıplaktı. Kolu dağınık saçlarının arasında, başının altındaydı; beni dikkatle dinliyor, ne dediğimi anlamaya çalışıyordu. Neler söylüyorsun sen, der gibi bakıyordu.
Onun üstündeydim.
“Büyük bir sadakatle bağlandığım sevgili karım; sevmek bağlanmaktır, sadakatse saygı duymak. Güzel karakterin, yüce kişiliğin önünde saygıyla eğiliyorum. Seni incittiğim için ne kadar üzgün ve pişmanım bir bilsen! Sen beni “ben” olduğum için sevdin, hiçbir karşılık beklemeksizin. Seni kırsam da incitsem de. Uzaklara gidip seni hiç aramasam da. Çok konuşup seni dinlemesem de. Bana hiç dokunamasan da, biliyorum ki, sen beni hep sevdin. Benim sana olan sevgimse karşı cinsten birine dokunma isteğinden ibaretti. Şurası bir gerçek ki sevmek dokunmak değildir, ömür boyu hiç dokunamayacağını bilsen de onu ölesiye özlemek ve beklemektir. Ve itiraf etmeliyim ki baştan beri ben buna inanıyordum. Kiraz affet beni, sevemediğim için. Sana olan sadakatimle kusurumu affettirmeye çalıştım. N’olur şimdi olsun beni affettiğini söyle ve acı bana, çünkü ben inandığığm aşkı da hiç tatmadım.”
İki eliyle başımı kavrayıp yavaşça çıplak bağrına bastı. İkimiz de ağlıyorduk. Ve bir kadına dokunmak bana hiç bu kadar haz vermemişti. Bunun bir rüya olduğunu biliyordum. Onun bir daha rüyama hiç girmeyeceğini de. Kendisine hiçbir zaman aşkla bağlanmadığımı biliyordu ve beni hâlâ seviyordu. Onu öptüm, öptüm. O da benim saçlarımı okşayıp başımdan öptü.
Uyanma zamanı gelmişti artık. Gözlerimi açtığımda şehir hâlâ uyuyordu. Oh be, rahatlamıştım işte.
Karanlıkta önümü görmeye çalışarak, usulca yatak odasına girdim, yorganı kaldırıp karımın koynuna süzüldüm. Hiçbir şeyden haberi yoktu, rüyalarımda kendisini aldattığımdan da. “Bari sen terketme beni” diye, kulağına usulca fısıldadım. Uyanmadı.
Kendisini deli gibi sevdiğimden şüphe dahi etmiyordu.


Mektup

02.02.1982
İSTANBUL

Aslında nasıl başlayacağımı pek bilmiyorum. Sanırım önce çocuklarımdan sözetmem gerek. Onlar anneciklerini özledi mi bilmiyorum ama ben onların hasretini çekiyorum. Bunu bilmelerini isterim. Geçen ay, ta buralardan kalkıp kapınıza kadar geldim; kapıyı çalmaya bir türlü elim varmadı, geri döndüm. Karşımda seni görürsem ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü.
Tunç’un okuluyla sorunları olduğunu yazmıştın geçen.. Lütfen onunla birazcık olsun ilgilen. Okuluna gidip öğretmeniyle konuş. Kiraz’a gelince, artık genç kız oldu sayılır. O kendi başının çaresine bakabilecek durumdadır sanırım. Şimdi tam cinsel sorunların doğabileceği yaşta. Onunla da otur, konuş; kendisini yalnız hissetmesin.
Tarık, arkadaş kalmaya söz vermiştik hani.. Sana bu mektubu yazarken o konuşmamız kulağımda çınlıyor. Çevremde gerçekten “dostum” diyebileceğim hiç kimsem yok. Pelin’le de kavga ettik, küstü gitti. Anlayacağın buralarda çok yalnızım. Ama lütfen yanlış anlama, sana bu mektubu kendimi acındırmak için yazmıyorum.
Serap’la aranızda bir sorun çıkarsa, ki bunu istemem, lütfen bunu çocuklarıma yansıtmayın, olmaz mı? Serap çok iyi bir kızdır, onu tanırım. Kiraz’a da, Tunç’a da bir anne şefkatiyle yaklaşacaktır mutlaka.
Seni bundan sonra göremeyeceğim, çocuklarımı da öyle. Kızıma baktıkça beni hatırlarsın. Hani doğduğunda bana benziyor diye benim adımı koymuştun ona, hatırlıyor musun? Gerçi büyüdükçe sana daha çok benzedi, ama küçüklüğünden beri onun gözlerinde kendi gözlerimi görmüşümdür hep.
Dedim ya, bu koca şehirde kimsem kalmadı. Bunun için senden son bir ricam olacak: buraya gel ve elimdeki yazılarımı birgüzel tasnif edip yayımlat. Üzerlerinde düzeltmeler yapabilirsin (biliyorsun, senin eleştirilerine hep ihtiyaç duydum). Harika yazılar değil ama öylece çekmecede kalması beni üzüyor. Üç-beş kuruş para getirir, onları da çocuklarım bağla.
Tarık seni hep sevdim. Olanlardan ötürü sana da, Serap’a da kızgın değilim. Sadece biraz kırgınım, o kadar. Yeter ki sen üzülme. Seni ne kadar, ne kadar sevdiğimi tahmin bile edemezsin.
Satırlarımda saçmaladıysam, ya da bir patavatsızlık ettiysem bağışla. Çünkü yazdıklarımı ne düşünme, ne de bitirdikten sonra okuma imkânım oldu.
Hangisinin size önce ulaşacağını bilmiyorum: mektubum mu, yoksa ölüm haberim mi? Sizi seviyorum.



Elveda.
Kiraz.