12 Temmuz 2006 Çarşamba

Aşk Şarkısı

Bana o şarkının sözlerini anlat.
Bak, odamın rengi dönmüşken kirli sarıya ikindi güneşi ile ve işte, o gizemli şarkı çalınırken pikapta; ben her şeyimle seninim.
Başka yapacak birşeyim kalmamışken hayatta, ben yalnız seninle olmak isterim.
Anlat sevgilim, bana o şarkının sözlerini anlat.
Bütün diller içinde ben birtek senin dilini bilirim.
Hüzünlü melodinin içinden süzülüp gelen gizemli sözleri kulaklarım çekip almaya çalışır. Zavallı aklımın erdiği tek şey âhenktir.
Bana o şarkının sözlerini anlat sevgilim.
Bilirim ki onun konusu aşk’tır. Ne güzel; ancak hiçbir şarkı, onu senin dudaklarından döküldüğü kadar güzel kılmadı.
Eğer o bir içki olsaydı, hiç düşünmeden onu içerdim.
Eğer o bir giysi olsaydı, üstümde ölçüp biçmeden onu giyerdim.
O şarkının sözlerini anlat bana. Aşkı senin dudaklarının âhengiyle işitmeyi dilerim.
Ölüm beni alana dek o şarkıyı senin sesinden dinlerim.
Göğüslerim önünde çıplak. Vücudumun her uzvu gibi kendilerine bir isim vermeni bekler.
Yerine getiremediğim bir arzun varsa söyle bileyim.
Eğer iffetimi dilersen seve seve önüne sereyim.
Eğer gitmemi istersen, ki isteğin emirdir, sırtımı sana dönmeden huzurundan çekileyim.
Kadın olmak bu kadar güzel olmadı hiç.
Bana o şarkının sözlerini anlat sevgilim.
Şarkımız susup susup yeniden başlasın.
O öyküdeki kadın da benim kadar mutlu mudur? Ben şimdi cennetin ışıltılı yollarında, senin kollarındayım. Başlangıcım, yeni hayatım, biricik aşkım söyle, o da aynı yollarda koşmuş mudur? Mutluluk yorgunu gözlerim avuçlarına ağlasın, saçlarım da ancak senin parmaklarının arasında ağarsın.
Daima sevmenin onuruyla yaşayacağım.
Onun meşakkatine hep katlanacağım.
Sesini sonsuza dek kulaklarımda bir mücevher gibi taşıyacağım.
Aşkın ölümsüz nağmelerini yemin ederim hiç unutmayacağım



Alp Çetiner

7 Temmuz 2006 Cuma

Güvercin

Bu kadar mutlu olmamalısın. Arada kötü birşeyler mutlaka olmalı. Her an her şey iyi gidemez değil mi? Paranoyak olur çıkarsın. Birileri sırf seni mutlu etmek için ilginç tesadüfler hazırlıyor. Senin için sevgililer, hayranlar kiralanıyor. Meteoroloji sırf senin için Güzel Hava Temin Birimi kurmuş. Belediye tıkır tıkır çalışıyor, yollarda hiçbir çukura-tümseğe denk gelmiyorsun. Televizyonda hep güzel programlar, bir türlü kanal seçemiyorsun.

Kötü şeyler. Sürekli bekliyorsun kötü birşeyler. Mutlaka bir yakının ölecek. Paran bitecek. Otobüste yanlışlıkla o kızın üstüne abandın diye seni fortçu zannedip aşağıya atacaklar. Uzun yola çıkma trafik kazası geçireceksin. Sevgilin kendisini aldattığını sanacak (hayır, hayır; ondan daha iyisini, daha güzelini elbette bulamazsın). Yaşanmaz bu sıkıntıyla. Bu kadar dertsiz-tasasızsan kötü günler adamakıllı yaklaşmış demektir. Yürürken daha dikkatli ol. Cüzdanını yokla, çarpmış olmasınlar! Kaçırdığın yeni iş fırsatlarını düşün bir, sırf internete yeterince sık bağlanmadığın için..

İşte böyle, yola geldin. Seni kimse kandıramaz artık. Her şeye hazırlıklısın. Yok, o kadar da karamsarlığa kapılma.. şimdi kulağına öğüdümü fısıldayacağım. Yaklaş. Biraz daha. Evet... “Bela seni bulmadan sen belayı ara.” Yeni heyecanlar bul, yenilerini yarat, maceradan maceraya koş. Gözler seni arasın, takip edemesin. Kimse seni bulamasın. Saklan. Ortaya çık. Tekrar saklan. Duvarın üstünden atla ve kaybol. Trafikte yanındaki otomobile şöyle bir sürttür, kendine küfrettir, bas git sonra. Arama onu. Beklesin dursun. Terkettin sansın. Yolda yürürken, hiçbir şey yokken koşmaya başla birden. Koş, koş. Sonra dur. Trende karşında oturan o adama göz kırp. Hiçbir şey anlamamış gibi yapsın. Bu oyuna bulaştığı için utansın.

Oyna. Oyun oyna. Macera oyunu oyna. Oyunun yalnız oyuncusu değil, yöneticisi de sen ol. Kaç sonra.

Hayır, benden kaçamazsın. Nereye gidersen git, nerede ne yaparsan yap seni bulurum. Elinden gelenin en iyisini yap bunun için, kuş olup uçamazsın. Kuş olup... uçamazsın! Saçma, komik çocuk, ben senin güvercin kılığına girmiş meleğin falan değilim! O başka bir hikâye... ben melek değilim. Ben güvercinim, yalnızca bir güvercin. Hani sana atanan, seni hep takip edip gözleyen, burnunun dibinden hiç ayrılmayan...

Hadi şimdi bırak o boş şişeyi elinden. Kendimizi bulmak için atlayacağız, sulara, sulara... Hoop!

ALP ÇETİNER

6 Temmuz 2006 Perşembe

Bahar

Ömrüm boyunca, şu fâni dünyada gördüğüm en güzel kartpostalın içindeyim; yeşillikler içreyim. Başım çimenlerin arasında, toprakta. O küçücük “pıt” sesini beynimin içinde duydum. Beyaz hâreli minik mor çiçeği saçlarıma yerleştirdiğinde o, kapalı kalmak isteyen gözlerimi zorâki araladım. O güzel sıfatına bir fon arasaydı daha güzelini bulamazdı: Derin maviliğin ortasında parlak güneş, güneşin etrafında dağınık beyaz bulutlar, bulutların arasında zerrin ışıltılar, ışıltıların önünde ince dallar, dalların ucunda küçük seyrek yapraklar, yaprakların altında giderek aydınlanan yüz ve pırıltısının kaynağı belli olmayan gözler.

Çiçek saçlarımın arasında, saçlarım parmaklarının arasında.

“Bu küçük çiçek ne kadar talihsiz. Kendisinden Çok Daha Güzel Olan Şey’in yanında. Bu küçük çiçek ne kadar talihli. Kendisinden Çok Daha Güzel Olan Şey uğruna katledildi.”

Ben o küçük çiçeğe acıdım. Ben kendime acıdım. Bütün çaresizliğimle, güçsüzlüğümle, zavallılığımla, ellerimi Sevgi’ye doğru uzattım ve O’na teslim oldum. Parmaklarımı ağzına götürdü, Kendi Ağzının Öpüşleri ile öptü, gülümsedi. Onları kendininkilerle birlikte göğsüme koyup bastırdı. “Dinle” dedi, itaat ettim dinledim, dinledim... “her genç kızın yüreğinde bir bahar zonklar.”

Ben bir genç kızım. Kendimi Sevgi’ye adadım ve O‘nun kölesi oldum.



Alp Çetiner

5 Temmuz 2006 Çarşamba

Özsuyum Dalımdan Bana Doğru Yükseliyor

İçtim onu. Doya doya.

Birgün bir balıkla tanışmıştım, böyle dalında olgun bir şeftali olmadan yıllar önce. Sahip olduğu şeyin değerini bilmiyordu: ben damla damla içiyordum, o ise içinde yüzüyordu.

Günün birinde eğer yine karşılaşırsam onunla (ki bu çok zor), bu düşüncemi onun yüzüne açık açık söyleyeceğim. Ama... Ama eğer derse ki bana, “Ne güzelsin, dolgunsun, dipdirisin; çünkü her gün Güneş’in gülen yüzünü görüyorsun. Bense onun ancak gölgesini görebiliyorum. Bu yüzden de ne kadar renksiz, soğuk ve çirkinim. Sahip olduğun şeyin değerini bil...”

Ne cevap veririm?

Güneş parlıyor. Çok güzelim. Renkli, dolgun ve diriyim. Kopardılar beni dalımdan. Yediler. Çekirdeğimi denize attılar.



Alp Çetiner

14 Haziran 2006 Çarşamba

Tuhaf Gerçek

İnsanların “fazlasıyla gerçek” dünyasına ilişkin olgular, hayvanlar âlemi için mucizevî ışıltılar”dır bize göre. Bununla birlikte hayvanlarla ilgili sıradanlıkları biz insanların da yaşadığını gördüğümüzde irkilmemiz gerekmez miydi? Zira aynı önermeden hareketle süflî, yani hayvanî davranışların bizi alçaltması beklenir.

Öyle veya böyle, biraz daha dikkatle baktığımızda aynı âlemin varlıkları olduğumuzu anlıyoruz. En azından onlarla bir ortak paydada birleştiğimizi kabul etmek zorundayız: nefsimiz ya da hayvanîliğimiz.

Bir de şöyle fark var ki, biz insanî özelliklerimizle Tanrı’ya yaklaşıyoruz, hayvanîliğimizle kendi cinsimize; onlarsa salt hayvanî özellikleriyle Tanrı’ya yaklaşıyorlar. Akıl, nasıl bize bahşedilmişse, içgüdü de onlara bahşedilmiş kutsal bir vergi.

***

• Fil üreme dönemlerinde öyle hırçın ve saldırgan olur ki, Asya’da fil sahipleri bu dönemde fillerini tenha biryerlerde bağlı tutup onların yanına yaklaşmazlar. Şehvet dizginlenmezse tehlikelidir.

• Kelebeğin her türünde görülen bütün o güzel renkler, göz alıcılık, albeni, dikkat çekicilik tamamen üremek içindir. Hayvan bununla da yetinmez, kendisine eş bulmak için özel bir koku salgılar. Kısacık ömrünü beslenmek gibi fuzulî (!) işlerle harcamaz, çok değerli olan vaktini üremeye ayırır. Tabiî bütün bu dikkat çekici özelliklerle başka bir hayvanın gözüne çarpıp av olmazsa. Belki de, o çirkin tırtılın gidip yerine tamamen farklı ve dehşetli güzel kelebeğin gelmesinin bir diyetidir, bu kısacık ömür. “Bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı...”

• Samur, kurbanlarını yalnızca aç olduğunda değil, çoğunlukla sırf “öldürmek için” öldürür ve yemeden çekip gider. Acaba öldürmek, bazı hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da içgüdüsel midir? Zira bazı ölümleri hiçbir gerçekçi sebeple açıklayamıyoruz.

• Suda avlanan balıkçıl, kanatlarını başının üzerinde tutarak su yüzeyine gölge düşürür. Su hayvanları bu gölgeliğe sığınırlar ve bunu canlarıyla öderler. Ne kötü bir sığınak! Başımızı sokabileceğimiz güvenli bir yuva ihtiyacı hepimizin sıkıntısıdır. Güvendiğimiz dağlara kar yağdığını görmek de öyle.

• Erkek örümcek dişisiyle çiftleştikten sonra hızla kaçmaya bakar. Aksi halde dişi, bitkin düşen erkeğini yiyebilir. Zevk tuzağına düşüp gafil avlanmamak gerek.

• Leşlerle beslenen akbaba o kadar oburdur ki, yiyeceğini yedikten sonra uçamayacak kadar karnını doldurur. Yükseklerden kemikleri yere atıp kırarak içindeki ilikleri bile yer. Hayvanın bu beslenme özelliği hiç “insanca” olmadığından hoş karşılanmaz belki ama onun insana faydalı olduğu gerçeğini de değiştirmez bu durum. Zira o olmasaydı çürüyen leşler ciddi birer hastalık yuvası haline gelirdi. Çok az hayvanda görülen bir başka özelliği ise gagasına aldığı bir taşla, yani bir “araç” kullanarak, diğer kuşların yumurtalarını kırıp yer. İşte bu gerçekten “insanca”dır.

• Filbalığı, dipteki tortular arasında yiyecek bulmak amacıyla ürettiği zayıf elektrik akımıyla kumu karıştırır. Şu dünyada haysiyetli bir şekilde çalışıp çabalayıp ekmeğini kazanmak ne kadar zor!

• İnsanlar için olduğu gibi, hayvanlar için de şarkılar söylemek, nağmeler mırıldanmak çoğunlukla aşk ilişkisinin güzel bir temsili sayılır. Erkek ağustosböceği de, kimi zaman tahammül edilmez boyutlara ulaşan aşk şarkılarını, bu yetiye sahip olmayan dişisine adayıp onu aşka çağırır. Anlayışlı olmak, yerin altında yıllarca süren münzevi yaşantısından sonra geriye kalan birkaç haftalık ömründe yerin üstüne çıkan ağustosböceğine bu azgınlığı çok görmemek gerek.

• Bazı timsahlar yumurtalarını kumda açtıkları çukurlara gömer. Yavrular, yumurtadan çıkma zamanı geldiğinde viyaklamaya başlar. Timsah bu sese kulak verip yuvayı açar. Daha iyi yaşamak için bazan sesimizi yükseltmemiz gerekir. Ağlamayana meme vermezler.

• Güvercin, yavrularını, memeli olmadığı halde sütle beslediği bilinen tek canlıdır. Üstelik bunu hem erkeği, hem de dişisi yapar. Yavrusunu “kuş sütü” ile beslemek gerçekten de bir ihtimam göstergesi sayılmaz mı?..

• La Fontaine’in bize anlattığının aksine kargalar, en zeki kuş türlerinden biridir. Çirkinliklerine bakıp göz ardı ettiğimiz bu hayvanlar, biraz eğitilirlerse konuşabilirler bile. Devrilebilecek bir ağaca asla yuva yapmazlar. Yaşlıları, buna teşebbüs eden genç çiftlerin yuvasını dağıtır. Yaş, her zaman bilgi ve erdem getirmese de muhakkak tecrübe getirir. Bunların tümü, zekâsını kullanmayı bilenlere daha da yaraşır.

• Bukalemunlar, renk değiştirmek gibi bir doğal kamuflaj tekniği ve savunma mekanizmasına sahiptir. Farklı aydınlanma ve ısı koşullarıyla farklı duygusal koşullarda, farklı renklere bürünürler. Yani gerekli bütün kıyafetlerini yanlarında taşırlar, üstelik valiz sıkıntısı olmaksızın. Bukalemunların bir diğer ilginç özelliği, “pabuç kadar dilleri” vardır (gövdelerinden biraz uzunca).

• Bir savunma mekanizması olarak kamuflaj tekniği ilginç bir diğer hayvan da yengeçtir. Şu farkla ki, bukalemundaki bu özellik doğal iken yengecinki tamamen yapaydır: kıskacıyla kestiği yosunları sırtına yerleştirir. Ancak akıllı bir canlıya özgü olabilecek kadar olağanüstü!

• Bir arının başını gövdesinden ayırırsanız, her iki parçanın da uzunca bir süre daha birbirinden bağımsız olarak hareket ettiğini göreceksiniz. “Can” dediğimiz şey, her hâlükârda bedenden ayrı birşeydir.

• Pisibalıklarının da, pekçok hayvan gibi, iki gözü vardır. Ancak gözlerinin ikisi de başlarının sağ yanında yer alır. Eşitlik mefhumunu maddî unsurlarla nitelediğimizde şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşabiliriz.

• Sincap, en büyük düşmanları olan yırtıcı kuşların sesini duyduğunda, dikkat çekmeyip tehlikeyi bertaraf etmek için olduğu yerde taş kesilir. Bazan kötülükleri sükûnetle savuşturmak gerekir.

• Kertenkeleler kendilerini kovalayan düşmanlarını aldatmak için kaçarken kuyruklarını koparır. Gerçi sonradan telafi edebilsek de, başımız sıkıştığında sevdiğimiz şeylerden fedakârlık etmek zorunda kalabiliyoruz.

• Afrika’da yaşayan ve büyük sürüler halinde dolaşan bir karınca cinsi olan göçmen karıncalar, yakaladıkları takdirde bir timsahı veya aslanı dahi silip süpürebilir. Korkutucu olan düşmanın büyüklüğü değil gücüdür. Gözle görülemeyen düşmana “kral” bile boyun eğebiliyor.

• Çamurlu suda tembel tembel yatan suaygırının o cüssesine rağmen iyi bir yüzücü ve dalıcı olduğuna inanmak güçtür. Ayrıca bu mülayim hayvan, kızdırıldığında güçlü olduğu kadar çok hızlı ve inatçı bir hayvana dönüşebilir. Hiç umulmadık insanların çok şaşırtıcı kişilikleri havi olduklarını farkettiğimizde de aynı ölçüde şaşırmıyor muyuz?..

• Sığırcık âdî bir kuş türüdür. O kadar çirkindir ve o kadar çoğalır ki, bu durum onu değersizleştirir. Ama bu kuş öbür kuşlarla diğer hayvanların sesini taklit edebilir. Öter, şakır, hırıldar, çıtırdar, ıslık çalar. Çok sıradan olanlar, en özel olanlar karşısında marifet ve yeteneklerini gösterince şaşırıp kalırız.

• Akrebin hamilelik süresi on sekiz aydır. Yani ömrünün yarısından çoğu (yavrusuna ömrünü adamak bu olsa gerek). Erkeği çiftleşirken iğnesini dişisine batırır; bu dişiyi öldürmez, sakinleştirir.

• Aslan ormanın seks makinesidir. Günde yüz küsur defa dişisiyle çiftleşebilir. Acaba bunun için mi ona “kral” derler?

• Kaplumbağa, ulaşamasam da yolunda ölürüm, diyor. Kendisine yuva yapmak, o yuvayı kaybedince arayıp bulmak, oraya vaktinde dönmek derdi yok. O gittiği yere yuvasını da beraberinde götürüyor. Biraz yavaş gidiyor ama olsun.. Her meşakkatin bir ödülü, her lüksün bir maliyeti vardır.

• Yılan zehrinin panzehiri de yine yılanda, yani o zehrin saklı olduğu vücuttadır. O güzel derinin, göz alıcı pırıltının altında tehlike boylu boyunca uzanıyor.

• Kurbağa, derisi vasıtasıyla sıvı ihtiyacını giderebilir, yani “derisiyle su içer”. Öyle ki, ıslak bir kâğıt havluyu kurutabilir.

• Pire, on dokuz metre yükseğe ve uzunluğunun iki yüz misli uzağa sıçrayabilir. Buna göre, insan bu melekeye sahip olsaydı, otuz beş katlı bir binanın üzerinden atlayabilirdi. Fiziksel özelliklerimizi ve yatkınlıklarımızı meziyete dönüştürmek kendi elimizde.

• Tavus kuşunu güzel ve azametli gösteren olağanüstü tüyleridir. Yoksa sesinden ayaklarına kadar, baştan aşağı çirkinlik abidesi bir yaratığa kim değer verirdi?.. Doğrusu şu ki, kostüm ve kıyafetlerimizin, uyandırdığımız intibâda önemli payı vardır.

• Şahin avını gözüne kestirir ve dalışa geçer. Sahip olduğu müthiş sürat manevra kabiliyetini azaltacağından, avını ıskalaması şahinin sonu demektir. “İleri görüşlülük” herhalde hiçbir canlı için bu kadar hayatî olamaz.

• Sivrisinek sokarken aynı zamanda uyuşturur. O kanımızı emerken, mikrop bulaştırırken ruhunuz bile duymaz. Demek ki kötülük, kendisini hissettirmeden size sokulabiliyor. Ve sizden birşeyler alıp götürüşlerini siz umursamıyorsunuz bile belki. Onlarınki tam asalaklara göre bir yaşantı!.. Canınızı yakmayan her şey iyi değildir.

• Kimi bitkiler hayvan davranışı gösterir: et yiyenler gibi. Kimi hayvanlar da bitki davranışı gösterir: mercanlar gibi. Denizejderi ise, vücudunda “yapraklı dalları” olan, denizatına benzer ilginç bir canlıdır. Gerçek şu ki, doğal ortamında hiçbir canlı yabancılaşma yaşamaz. İnsan denilen canlıların pekçoğu yabancılaşmanın içinde büyüyor.

• Erkek su antilobu yaşadığı bölgeye o kadar bağlıdır ki, kendi toprağı için, iki buçuk kilometrekarelik bir alan içinde bütün yabancılara karşı kıyasıya mücadele eder. Bu durum, kendinden güçlü hayvanların dikkatini çekmesine sebebiyet verir. Vatan müdafaası, tek başına girişildiğinde beyhude bir mücadele oluyor.

• Bir papağan cinsi olan bakadu’nun tüysüz olan kırmızı yüzü, sinirlendiği zaman maviye döner. Biz insanlar da kızdığımızda bu kadar renk verseydik, herhalde pekçok şiddet olayı başlamadan son bulurdu.

• Bülbül, Doğu ve Batı edebiyatının yüzyıllardır eskimeyen simgesi, şairlerin ilham kaynağıdır. Bülbül-gül benzetmesiyle sanatçılar onu aşkın-âşığın simgesi haline getirmişlerdir. Bir gizli mesajın, belki de farkında bile olunmadan verilen mesajın ayırdına varmamız gerekir: bülbül, âşıktan muhtemelen daha güzel şekilde “sanatçıyı” simgeler. Onun sahip olduğu yaratı, türdeşlerine özgü olanın en güzel şeklidir. Seher vakti, herkes köşesine çekilip sessizliğe garkolduğunda, en güzel ötüşleriyle ötmeye devam eder. Ürkek ve çoğunlukla yalnızdır. Bir benzerini bulmak için uzun uzun “dem çeker”. Sıkıntının huzursuzluğun, kargaşanın içinde yaşayamaz, yaşasa bile o uzun ve güzel ötüşlerini sergileyemez. Bülbül sanatçı kuştur.

• Yırtıcı bir martı türü olan korsan martı, yiyeceklerini öbür kuşlardan kaparak elde eder. Peşine düştüğü kuşları, onların yakaladığı balıkları bırakmaya zorlar. Hayat mücadelesi bütün canlıları acımasızlığa itebiliyor. Ama böyle durumlarda haksızlıklara karşı başkaldırmak bir haysiyet meselesidir. Hayvanlarda bile.



Alp Çetiner

1 Mayıs 2006 Pazartesi

Şu Dil Sorunu Dediğimiz...

Siyasal düzlemde kabul görmüş her yeni anlayış, her yeni felsefe dili biraz daha bozdu, birşeyler aldı götürdü ondan. Tanzimat döneminde başlayan dil yozlaşması boyut değiştirerek Servet-i Fünun edebiyatı ile sürdü. Cumhuriyet döneminde “dil inkılâbı” adı altında –herne kadar sonradan uygulamanın yönü değiştirilse de- bir kıyıma şâhit olundu. Tarihimiz-geçmişimizle, kültürel belleğimizle bağlarımızı oluşturan kelime haznemiz daraltılıp bir kültürel tabana oturmayan, kimi zaman dil ve türetme kurallarına dahi uymayan bir Türkçeleştirme faaliyetine girişildi. “Öztürkçe” addedilen bu yeni kelimelerin de pekçoğunun (bir imparatorluk diline uygun olarak) yabancı kökenli ve/fakat zamanla Türkçeleşmiş kelimeler olduğunu görüyoruz.

Bu kelimelerin önemli bir kısmı dilimizde bugün yer edinmiş vaziyette, onları fiilen kullanıyoruz. Ancak bunun için, bir dil (ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip bir imparatorluk dili) ve –dolayısıyla- kültür adına hayatî sayılabilecek ölçüde önemli ödünler vermek zorunda kaldık. Artık gençlerimiz, zamanında en açık ve duru bir Türkçe ile yazmış olan Ömer Seyfettin, Hâlide Edip ve Reşat Nuri’yi bile sözlük yardımıyla veya “sadeleştirilmiş” basımlarından okumak zorunda kalıyorlar. Tevfik Fikret ya da Hâlit Ziya’dan bahsetmiyorum bile. Bu, toplumun geçmişini unutması, tarihiyle bağlarını koparması demektir.

Verdiğimiz bir diğer ödün anlam kısırlaşması ile ilgili:

Bir zamanlar dilimizde "güzel"i anlatan onlarca kelime bulunurdu ve bunların herbiri çeşitli kullanılışlarıyla, farklı güzelliklerin ifadesi olmuştur. Bunlardan birkaçını anlamlarıyla sıralayalım: Lâtif ince, şeffaf hattâ ruhanî güzelliği; zîbâ süslü ve yakışıklı güzelliği; hoş bilindiği gibi, hoş güzelliği; tarâvet tazeliği ve taze güzelliği; dîdâr yüz güzelliğini; râ’nâ, gül-i râ’nâ ve nergiste olduğu gibi, renkli güzelliği, ya doğrudan ya da mecazla ifade ederler. Bunlardan başka şîrinlik, sabâhat, melâhat, vecâhet, cemal, behâ, hüsün, ân vb. gibi daha nice kelime güzelliğin çeşitli yönleriyle ifadesi olmuştur (1). Kimi zaman bunlar da yeterli görülmemiş, hüsn ü cemal, hüsn ü behâ hüsn ü ân şeklinde birarada kullanılmışlardır.

Zamanın edipleri daha da ileri gidip Farsça gönül demek olan dil kelimesiyle yapılmış ne kadar birleşik sıfat varsa bunları, çeşitli güzelliklerin ifadesinde büyük ustalık ve incelikle kullanmışlardır. Bunlardan "dilârâ" (gönül süsleyen), "dilber" (gönül götüren), "dildâr" (gönül tutan), "dilpesent" (gönlün beğendiği), "dilrüba" (gönül çeken), "dilşikâr" (gönül avlayan), "dilfürûz" (gönül parlatan), "dilfirîb" (gönül eğlendiren), "dilmişin" (gönülde yerleşen), "dilnevâz" (gönül okşayan) güzel demektir ve bunların sayısı burada sayılanlardan daha fazla ve çeşitlidir (2).

Bu kelimelerin bugün tamamına yakını öldürmüş durumdayız. Bir panelde, konferansta, TV’de konuşanların da, sokakta kavga eden çocukların da durumunu “tartışma” kelimesi ile karşılıyoruz. "Münakaşa, müzakere, münazara, müşahede, münazaa" kelimelerinden mahrum kalıyoruz.

Hayal yerine imge, ruh yerine tin, mesela yerine örneğin koyup (3) kelimelerin kültürel ve edebî anlamlarını yok ediyoruz.



Ziya Gökalp’in dediği gibi,

“Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir
Eski köke tapmayız.”

deyip, dilimize yerleşmiş, “Türkçeleşmiş” kelimeleri Türkçe’deki kullanımıyla bırakmamız gerekir.

Buradan geliyoruz dil yozlaşmasının son ve en önemli halkasına...

Son 40-50 yıldır süren dil yozlaşması-yozlaştırılması faaliyetinin mahsullerini son yıllarda topluyoruz: artık hepimiz İngilizce konuşuyoruz! ‘80’lerden sonra ivme kazanan faaliyetlerle, Türkçe’nin gazete-TV dili gibi günlük kullanımı da İngilizce-(İngilizce bozması) Tarzanca olarak değişti. Caddelerde-sokaklarda Türkçe isimli mağazalara, dükkânlara artık rastlayamaz olduk. Bu da yetmezmiş gibi, (çocukların yabancı dil öğrenmesi için!) -günün belli saatlerinde de olsa- İngilizce yayın yapan, çizgi film oynatan TV kanalları türedi.

Artık izin değil “off” kullanıyoruz, ticaret veya alışveriş merkezlerine değil “center”lere gidiyoruz, mankenler “top model” olmak için uğraşıyor, “cash”e ihtiyaç duyuyoruz, “start” veriyoruz, “brunch”lara katılıyoruz, “CV” yolluyoruz, toplam veya yekün değil “total” belirliyoruz, “mail”leşip “chat”leşiyoruz, “retail” sektörüne giriş yapıp “executive” oluyoruz, “CEO”larla çalışıyoruz, “translate” ediyoruz, “presentable” görünüyoruz...

Hayat gibi kültür ve elbette dil de bir sebep-sonuç zincirlemesiyle yürüyor, değişiyor, son buluyor. Bu durumun da müsebbibi birtakım unsurlar var. Türkiye’nin sonu gelmez Batılılaşma serüveni bunların başında geliyor. Ama bir de tedbirsizliğimiz, dirayetsizliğimiz, mukavemetsizliğimiz var. Yeniliklere açık olmak bir tarafa, “bize ait” olanların kopup gitmesine izin veriyoruz. O zaman da biz “biz” olmaktan çıkıyoruz tabii.

Dilde bu minval üzere kurulmuş bir kurumumuz var. Böylesine hayatî bir mevzuyu, toplum geneline yayıp aklî ve vicdanî duyarlılığı tevdi etmek gerekirken yalnızca bir kurumun çalışma ve çabalarına bırakmak olur mu, olmaz elbet ama Türk Dil Kurumu’ndan yine de çok daha etkin bir çaba beklenirdi.


(1): Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı (16. baskı), 1999, İst., sf. 161
(2): a.g.e., sf. 162
(3): Üstat Banarlı, dilimize Öztürkçe diye sokulmuş olan bu kelimenin kökünün de, ekinin de Ermenice olduğunu kaynaklarıyla ispat ediyor. Bkz., a.g.e., sf. 147 “Örneğin Faciası” adlı bölüm.



Alp Çetiner

22 Nisan 2006 Cumartesi

Yıldızlı Bir Gecede...

Uzak, çok uzaklarda boşlukta bir yıldız (belki de yıldızlar arasında boşlukta bir nokta) aniden parlıyor ve sönüyor (küçük bir parıltı bu, ancak bir yıldız kadar).
Bunu dünyanın beş köşesinde birbirinden habersiz beş kişi görüyor.
Birincisi diyor ki:
“Bu benim yıllar önce yitirdiğim sevgilimdir. Şimdi uzaklardan bana göz kırpar. Ey sevgili, hâlâ seninle yaşayıp her gün seninle ölmekteyim. Senin gibi ben de unutmadım seni, böyle güzel gecelerde birlikte geçirdiğimiz saatleri.
Bekle beni sevdiğim, buluşmamız yakındır!”
İkincisi:
“Bu ancak bir basit doğa olayıdır. Boşluktaki taşların atmosfere girip yanmasıdır. Bu çıkan alevin parıltısıdır, o kadar.”
Üçüncüsü:
“Allah’ım bugün mü; sevenlerimle, sevdiklerimle mutlu yaşarken mi ölüm beni bulacak? Bana bir fırsat daha ver ki mutluluğu yakaladığım şu günlerde onlarla bir süre daha hoşça vakit geçireyim. Çocuklarıma iyi bir gelecek hazırlayayım, işlerimi yoluna sokayım. Bırak beni, ki ölüme hazırlanayım.”
Dördüncüsüyse şöyle diyor:
“Bütün güzelliklerin, bütün mucizelerin hamisi olan Rabb’im, ışığını bana gösterdiğin için hamdolsun sana. Bana güç ver ki amellerimi düzelteyim, senin adına daha hayırlı işler sergileyeyim. Bana sabır ver ki güçlüklere katlanayım ve dünyada insanlar için çalışayım.
Aksi takdirde daha fazla yaşatma beni ve şu naçiz vücudumdan çıkarıp yanına al.
Yüceler yücesi Rabb’im, takdir senindir.”
Ve sonuncusu da diyor ki:
“İşte geleceğimizi aydınlatan umutlarımız. Yarınlarımızı apaydınlık kılacak olan umutlarımızın saçtığı bu küçük kıvılcımlardır. Sonunda hepsi birleşecek ve ışıl ışıl bir dünyada yaşayacağız. Yeter ki herkesin geleceğe dair bir umudu olsun. İşte benimki parladı bile!”
Sonuncusu gencecik bir delikanlı. Şiirler yazdığı masa başından kalkıp yanı başındaki aralık duran pencereyi sonuna kadar açıyor, büyük (dev) şehri seyrediyor hafif bir tebessümle.
Dördüncüsü idealist ve dindar bir bilim adamı. İbadetini bitiriyor ve yeniden çalışmalarının başına dönüp ara verdiği yerden devam ediyor. Sabaha kadar durup dinlenmeden çalışıyor.
Üçüncüsü zengin, yaşını-başını almış bir işadamı. Ay ışığının altında, yatağında yatıyor. Gözleri açık, bir süre düşünüyor; sonra yanına dönüp uyuyor. Bir daha da uyanamıyor.
İkincisi bir partide. Eğlenen, coşan, insanların arasında canı sıkılmış, bahçede sigara içiyor. Onun hayatında ve düşüncelerinde hiçbir şey değiştirmiyor bu (zaten buna hiçbir şeyin gücü yetmez ona göre). Her zamanki gibi sıradan bir yaşam sürmeye devam ediyor.
Birincisi bir kadın. Sevdiklerinden uzakta yaşıyor, bir ağacın altında tek başına oturuyor, sessiz sessiz ağlıyor.

Alp ÇETİNER

2 Nisan 2006 Pazar

Binbir Gece Masalları Kime Ait?..

Binbir Gece Masalları... Bizden çok Batılılar’ın rüyalarını süsleyen masallar dizisi. Doğu’yu “içeriden” anlatıyor.

Onlar için gizemli, bilinmeyen bir dünyanın, barbar ve kâfirlerin dünyasının hiç duyulmadık yönleriyle, büyüleyici bir dille ve yine Doğu’ya özgü mübalağa sanatının gerçekten de fantastik örnekleriyle dolu bir öyküler silsilesidir bu...

Evet bizi anlatıyor; bugün adamakıllı yabancılaştığımız kendimizi, bir türlü resmini çizemediğimiz, kafamızda şekillendiremediğimiz tarihsel iç dünyamızı resmediyor. Satır aralarında “Müslüman Doğu”’nun günlük yaşantısını, toplumsal ilişkilerini, mahrem hayatını yansıtıyor.

Ne kadar değişmişiz, değişirken kendimize ne kadar da yabancılaşmışız! Şüphesiz 100-150 yıl önce daha çok “o dünya”ya aittik. Ama yine de tamamıyla ondan kopmuş değiliz. Hâlâ belleğimizin bir ucundan “oraya” bağlıyız.. Belki yalnız ve yalnız “ninelerimizin masallarıyla”... Öyle bile olsa, sırf bu bağın niteliğinden ötürü ona sarılıp, onu güçlendirmemiz gerekir.

İlk okuduğum, ince ve basit bir derlemeydi. “Masal” niteliği ağır basıyordu elbet. Daha sonra, tanıyıp bilmem gereken bir dünyanın kapısı olarak gördüm onu. Kapı aralanınca neyle karşılaşılacak? Bir masal dünyasıyla mı?.. Hem evet hem hayır. Bir yazar olarak onu bir esin kaynağı olarak görmedim değil. Böyle düşünmese bile kimlere, kimlere esin vermedi ki, kimlere esin vermez ki bu eser...

La Fontaine’den, Andersen’den Grimm Kardeşler’e; Bocaccio’dan Goethe’ye; Borges’ten Gide’e... Bazan Coelho gibileri de çıkıp bir öyküyü olduğu gibi kendine mâl edebilmiş.

Üzerine onlarca film çekilip yüzlerce şiir düzülmüş, yine yüzlerce kez çeşitli versiyonlarla resmedilmiş... Gizli ve açık, pekçok sanatçının eserinde kendine bir şekilde yer edinmiş... Mimari eserler, operalar, danslar, müzikler!.. Düşlere girmiş, muhayyileleri allak bullak etmiş.

Bütün bu sanatçılar içinde, herhalde Borges’in ayrı bir yeri vardır. Tutup bu “Doğu Külliyatı”’na karşı –ve elbet ondan mülhem- bir “Batı Külliyatı” olarak Babil Kitaplığı’nı kurmuş. Az şey değil.. “Bir ‘medeniyet’ (Batı) olarak onca başarımıza, sanatsal zenginliğimize karşın hâlâ ve maalesef böyle bir külliyatımız yok!” deniyor zımnen.

Her haliyle bu fantastik eser (veya eserler bütünü) herkesi –ama dedim ya, en çok da Batılılar’ı- büyülemiş. Kendi başına, “sui generis” bir efsane olarak anılagelmiş. Hattâ bu efsane de efsaneleri doğurmuş: Denir ki onu kimse sonuna dek okuyamaz, okuyup bitirebilse bile ölür! Orhan Pamuk’un dediği gibi, Binbir Gece Masalları’nı okusak da okumasak da, öyle veya böyle, eninde sonunda ölmeyecek miyiz?.. Doğrusu ben, “okuyup da ölmeyi”, veya “okumadan ölmemeyi” tercih edenlerdenim!

Kendi kendime hayıflanıyorum: eserin “kâşifi” Galland’ı, onun “kronik”ini çok önceleri okumuşken, onun adını dünyada anılır kılan “keşfini” nasıl bunca zaman göz ardı edebilmişim? Yine de, Yapı Kredi Yayınları’nın çıkarttığı, Âlim Şerif Onaran merhumun “ölmeden hemen önce” Fransızca’dan büyük bir itinayla çevirip de matbu halde görmeye ömrünün vefa etmediği bu çok özel çalışmaya “yetişebildiğim” için mutluyum.

Yayınevinin baskı ile ilgili eserleri tartışılabilir, ancak üstadın çevirisi bana göre ancak takdir edilebilir. Öte yandan, çeviriden ve onun niteliğinden söz ederken nihai çevirinin kaynağı Mardrus’ün şu sözünü unutmamak gerek:

"Onları değerlendiriyor ve oldukları gibi: et yumuşaklığı ve kaya sertliğiyle veriyorum.
Çünkü... çeviri yapmanın namuslu ve mantıksal birtek yolu vardır: sözcüğü sözcüğünelik; her türlü kişisellikten uzak, olsa olsa göz kapağının ivedi açılıp kapanması ve uzun uzadıya tadına varılması için bir nebze yumuşatılmış... Bu yöntem, etkileyerek, en yüce edebi kudreti sağlar.bir zevk çağrısı uyandırır. Belirtirken yeniden yaratır. Gerçeğin en güvenli kefilidir. Taş çıplaklığı içine kararlılıkla dalar. Çiçeğin ilkel kokusunu saçar ve onu billurlaştırır. İçini boşaltır, bağlarını çözer... Saptar.
Kuşkusuz, sözcüğü sözcüğünelik, nasıl taşkın bir ruhu zincirler ve onu evcilleştirirse; kalemin cehennemi kolaylığını da durdurur. Ben, bundan şikayetçi olmayacağım. Zira bir çevirmende sade, anonim! ve adına aptalca düşkün olma illetinden arınmış bir deha bulunabilir mi?.. Ancak, aslında, özgün tadı vermedeki güçlük, Doğu Babil âşığının parmaklarına dolanan sarmal olup, onun çözümleme zevkini önleyecek kadar da yoğunlaşmamalıdır."

Şeref dolu cümleler.. Türkçe’sinin bu ilkelere tamamen uygun olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette eserin (yoksa bu noktada “eserlerin” mi demeliyim? Zira onun günümüze ulaşmasıyla ilgili o kadar çeşitli rivayet var ki...) Arapça aslından çevrilmemiş olması ayrı bir sorun ve başlı başına bir araştırma konusu. Yalnızca bu durum bile onu en çok kimin sahiplendiğiyle ilgili bize ipucu veriyor aslında.

Binbir Gece Masalları’nı kim yazmış?.. Belli ki onun onlarca, belki yüzlerce yazarı var. Onun için mi bu kadar gözardı edilmiş, “hor kullanılmış”?.. her gelen kendi tarlası gibi sürmüş onu.

Belki de ağırlıkla sözlü rivayetlere, sözlü edebiyata dayalı olduğu için anonimleşmiş...

Ne olursa olsun, bu anonim eser her kelimesiyle Doğu’yu anlatıyor, yani bizi. Anadolu’dan Mağrib’e, Çin Hindi’nden uzakdoğu adalarına kadar Doğu’yu...

Bir zamanlar ve şimdi bizim yaşadığımız, yönettiğimiz yerleri, ortak tarihimizin hüküm sürdüğü sınırlar içinde yer alan toprakları; bizim örfümüzü, adetimizi ve günlük yaşayışımızı anlatıyor.

Mükellef bir Türkçe çevirisi ancak 2000’li yıllarda yapılmış bu muhteşem eseri Araplar’dan, Farisiler’den, Mağribiler’den, Hintliler’den, ama en çok da Batılılar’dan önce bizim sahiplenmemiz gerekirdi.



Alp Çetiner

27 Mart 2006 Pazartesi

Hayat İnsana Neler Gösteriyor!

Hayat İnsana Neler Gösteriyor!
...her sıradanlığın ardından büyüleyici bir hikâye çıkabiliyor (hiç olmazsa benim için öyle) ve hayat insana ummadığı neler neler gösteriyor!..



I
Önce Bir Not

Pılımı pırtımı, bütün eşyamı topladım Meliha Teyze; sözünü dinlemiyorum ve gidiyorum buralardan. Kaçmak, kurtulmak demek değil, demiştin. Bunu anlamak için denemem gerekiyordur belki de.
En değerli varlığımı, günlüğümü sana bırakıyorum. Belki bir gün yine görüşürüz de son kitabımı senin için imzalarım. O güne kadar hoşça kal.

II
Günlük

Almancıyız. Babam bununla gurur duyuyor. İşte burada da öyle... Evet, besbelli kabarıyor bu yüzden. Annemle ilgili yorum yapamayacağım çünkü bir türlü anlayamıyorum onu.
İşte yine yaptı bunu. Mersedesini herkese göstermek için araba solluyor. Midem bulanıyor artık bundan, kusabilirim, hem de onun üstüne. Yok yok, onun gömleğini kirletmektense mersedesini kirletmek daha güzel olur. İşte şimdi...
Böyle durumlarda biraz kenarda durulur, kusulur, sonra yola devam edilir. Ardından gelsin limonatalar, bonbonlar... Bu hep böyledir, şimdi de öyle oldu. Ama bu kez arabayı batırdığım için biraz uzun bir mola verdik. Araba havalandırılıp temizlendi (babam değil, annem temizledi; küfürü de yedik bu arada). Biraz broçin tıktılar ağzıma, sonra yine yollardayız.
Benim Türkçe konuşamayan salak kardeşim altına ettiği için yine durduk. Madem Türkçe konuşmuyorsun, Almanca söyle çişinin geldiğini, geri zekâlı. Annem mola yerinde çişe tutmuştu, yok yok, dedi; yola çıkınca işedi salak.
Arabada giderken yazdığım için yazım gerçekten kötü görünüyor. Ama aslında çok güzel yazabilirim. Türkiye’ye inince bunu göstereceğim, en güzel yazımla yazacağım. Psikoloğum günlük tutmamın bana iyi geleceğini söylemiş anneme, bunu dayımdan öğrendim. Ama ben bir çokbilen öyle istiyor diye değil, Rudi kadar güzel kompozisyon yazabilmek için günlük tutmaya başladım. Bana söylediğine göre iyi yazmak için günlük tutmak şartmış. Günlüğümün o piçinki kadar güzel ve düzenli olabileceğine inanmıyorum, ama olsun. Ayrıca o her günün tarihini atıyor, bu çok saçma bence. On beş temmuzun on altı temmuzdan ne farkı var? Ben tarih atmak istemiyorum.
-----------
Annemi seviyorum. Arabadan her yere hayranlıkla bakınıp herşeyi kameraya almaya çalışıyor. Aynı anda heryeri görmeye çabalıyor. Komik oluyor öyle, ve de aptalca. Ama ben yine de annemi seviyorum, zırt pırt arka koltuğa dönüp resmimizi çekiyor.
-----------
İşte İstanbul. Şimdi Boğaz’a yaklaşıyoruz. Buraları en son iki yıl önce görmüştüm, o zamanlar çocuk olduğum için birşey anlamamışım.
Köprü’den geçtik. Gerçekten güzeldi. Annem yine deli oldu; bir elinde kamera, bir elinde fotoğraf makinesiyle oturuyor.
Salak babam herhalde mutludur. Pek belli etmiyor ama Alman plakasıyla hangi İstanbulluyu dürtsem diye düşünüyordur mutlaka. Yol boyunca kebap kebap, diye meledi durdu; Almanya’da kebap yok sanki.
Adını bilmediğim bir kebap yedik, ayran içtik. Kola içme özgürlüğüm bile kısıtlandı. Annem neyi ne kadar yemem gerektiği konusunda her zaman olduğu gibi yine uyarılarda bulundu. Biraz kiloluyum da. Evde, son gün itibariyle seksen altı kiloydum. Babam böyle şeylerle hiç ilgilenmez, ama o da benim gibi ayıdır. Doğru söylüyorum, gerçek bir ayı... Bıyıklarım daha gür çıkarsa ona benzemekten korkuyorum.
Son dokuz saattir mütemadiyen Türk radyolarını dinliyoruz. Yine midem bulandı.
Peder mersedesini bakımdan geçirtti, sonra yolumuza devam ettik. Arabasının biryerine birşey olmasın diye ustaya bir yalvarmadığı kaldı. Rölanti ayarı yapıldı, sinyal değildi.
-----------
Hiç de yazmak istemiyorum aslında. Gerçekten... Canım o kadar sıkkın ki nintendo bile oynamak istemiyorum. Yol boyunca taktığım volkmen kulaklığı da kulağımı eskitti artık. Akçakoca’ya geldik ve otelimize yeni yerleştik, bunu yazmam gerektiği için yazıyorum. Babam inekler gibi yazıp durmamam konusunda uyarıyor (küfrediyor); iyi, ben de yazmak istemiyordum zaten.
-----------
Bizimkiler öğle vakti gelir-gelmez zıbarıp yatmaya hazırlanınca ben de duş aldıktan sonra üstüme artık temiz birşeyler giyip tek başıma dolaşmaya hazırlandım. Dedim ya zaten canım sıkkın, üç gündür bunlarla kıçkıçayız; bir de bizim sıçırtma ağlamaya başlayınca odadan fırlayıp çıktım. Arkamdan, uzağa gitmemem konusunda tembihlediler (bağırdılar).
Hava acayip güneşli; benimse canım hâlâ sıkkın, çünkü karnım aç. Aşağıda, kumsalda güneşlenenleri bile seyredesim yok. Büfenin birinden bir kutu kolayla tost aldım, bir banka oturup güneşin altında yedim içtim. Güneşlenenlere şöyle bir baktım, neredeyse hepsi erkekti. Yalnız gergedan gibi bir kadın (demek benden beterleri varmış) elinde fino gibi taşıdığı bir çocukla denize girdi ve çıktı. Ben neden denize hiç giren yok, diye düşünürken, sıçan gibi ıslanınca ağlamaya başlayan çocuğu görüp anladım: su buz gibiydi. Bizim gergedan suya sadece girip çıktı ama bu bile denizin dalga yapmasına yetti. Her yanı hop hop oynayarak gidip havlusuna sarındı sonra finosuyla birlikte.
Tostum bitince kolamı içerek kordon boyu yürümeye koyuldum. Öyle güney sahilleri kadar sıcak değil ama ben o kadar terledim ki sular kulak mememden gömleğime damlıyordu. Sıcak olduğu için belki, ortalıkta gezinen çok fazla insan yoktu ama olanlar da sanki bana bakıp gülüyorlar gibi geldi. Acaba almancı olduğum anlaşılıyor mudur? Bir vitrinin yanından geçerken kendi siluetime baktım, yüzümdeki sivilceler o karaltıda bile belli oluyordu. Gözüme en güzel güneş gözlüğümü taktığım halde sıcak duş nedeniyle kabaran saçlarım yüzünden hiç de “cool” gözükmüyordum. Yine o bildiğimiz aptal şişko maymun... Göbeğim o kadar bol gömlek giymeme rağmen yine sekiz aylık hamile karnı gibi fışkırıyordu. Karnımı daha bir içime çekerek yürüdüm. Bu bir “Alman domuzu” olduğum gerçeğini değiştirmedi tabii. Çünkü önünden geçerken dondurmacının biri “gel buyur tosunum, bu alaman dondurmasına benzemez” diye seslendi.
Etrafta biraz dolanıp tekrar otele çıktım. Ben balkonda oturup bu satırları yazarken bizim çekirdek aile hâlâ fosur fosur uyuyordu.
-----------
Akşamleyin bir restoranda balık yedik (nefret ediyorum bundan, yani hımbıl babamın keyfine uymaktan; aç karnına önüme gelen kokmuş şeylerin kılçıklarını ayıklamaktan da nefret ediyorum, köfte falan olsa çok güzel giderdi ama ne yapalım, gruba uyup balık yedim ve doymayıp aç kalktım).
Babamın gerçek bir ayı olduğunu söylemiş miydim? Hem de en âlâsından... Ve de gerçek bir kıro. Altın yüzükler, zincirler falan... Maymun gibi kıllı ve doymak bilmez bir adam. Bir buçuk kilo balığı tek başına yiyip üstüne de geğirince, arkamdaki masada iki adamın fısıldaştıklarını duydum: “Bu alamancılar gidip elin gavur memleketinin canına okudular, şimdi de gelip buranın bokunu çıkarıyorlar” diye. Bizden kimse duymadı bunu. Babam duysa kan çıkardı.
Bizim peder Avrupalı gibi gözükmez, annem de öyle. Her ne kadar “rap” giyinip küpe taksam da, ben de öyle. Anlaşılan bizim ailede Avrupalıya benzeyip paçayı sıyıracak tek adam bizim küçük sidikli sıçan... Herif hem kumral, hem de dört yaşında şakır şakır Almanca konuşuyor. Ama kimsenin yanında osurmaması lâzım, çünkü bağırsakları gerçekten Türk gibi kokuyor.
Küçükken, Türkiye’deki her kadının annem gibi türban taktığını sanırdım. Türkiye’ye ilk gelişimde bu yüzden çok şaşırmıştım. Artık büyüdüm, ama hâlâ nasıl “normal” olunduğunu bilmiyorum. Çünkü orada da, burada da bizi yadırgıyorlar.
Artık her normal insan gibi ben de uyumalıyım. Saat 01.00 oldu ve geberiyorum uykusuzluktan.
-----------
Yine yollardayız. Öğle saatleri. Yine arka koltuktayım ve yazıyorum. Ön koltuğu daha çok seviyorum, istersem annemi arkaya atıp öne ben geçebilirim. Ama istemiyorum bunu. Çünkü burada daha rahat yazılıyor. Ara sıra bizim velet oyun istiyor, oynamak zorunda kalıyorum ama olsun.
Sabah erken kalkıp (zorla kaldırdılar beni) buraları gezdik, dolaştık. Kale’ye gittik, annem defne ağaçlarından yaprak yoldu; bizim oralarda çok pahalıymış bunlar, burada bedava. Babam herşeyi kameraya aldı, annem de çılgınca fotoğraf çekti. Bu oldukça durağan geçen tatilden müthiş bir zevk alıyormuş gibi görünüyorlar. Ben de katlanıyorum buna, ufaklık zaten bundan birşey anlamak için çok küçük. Kısacası bizi çanta gibi taşıyorlar yanlarında.
Tatildeyiz ama hâlâ denize giremedim. Benim için tatil demek deniz demek oysa. Ama buralarda pek denize girilmezmiş. Akçakoca’da da zaten güzel değildi plaj. Daracık bir kumluğun üzerinde millet denize karşı güneşleniyordu. Yalnız Kale’nin yanında muhteşem bir koy vardı, sakindi, kimsecikler yoktu; tam bana göreydi yani. Dolgun yağ kitlelerimi dilediğimce ve cömertçe sergileyerek manyak gibi yüzebilirdim tek başıma. Ufaklık da rahat rahat işeyebilirdi denize. Ama burada da su çok soğukmuş.
Neden güneye inmedik, anlamıyorum. Orada deniz hem sıcacık, hem de fıstıklar bol. Öyle tenha falan değil ama Marmaris’in o tıklım tıklım sahil şeridinde denize girerken de kimse senin göbeğinle ilgilenmiyor. Neymiş efendim, buralar daha yeşillikmiş... Avusturya da yeşildi, orada kalsaydık ya o zaman... Buralara kadar gelmeye ne gerek vardı? Vatan toprağı diye katlanıyoruz işte. Güney de vatan toprağı değil mi ki?
Alanya’da kesiştiğimiz kızı da unutmadım hâlâ. Öyle kilolu, çirkin falan da değildi hem. Göbeğime baktığı da yoktu ayrıca... Acayip bakışmıştık. Cesaret edip de bir gidip konuşsam herşey olabilirdi yani. Neyse, biz artık önümüze bakalım. Şöyle Orta Karadeniz’e doğru uzanıyormuşuz. Abana denilen yerde amcamlarla buluşacakmışız. Bizim memleketten, Çorum’dan oraya geçmek kolay oluyormuş. Onlarla birlikte biraz orada kaldıktan sonra memlekete gidecekmişiz.
-----------
Amasra’ya geldik. Buraya gelişimiz gerçekten muhteşemdi. Döne döne çıkıyorsun, sonra döne döne iniyorsun. İlk defa annemden öne geçmek için izin istedim, vermedi. Neymiş efendim, çekim yapacakmış...
Yeşil, bildiğimiz yeşil. Ama rampayı çıkarken birden bir deniz belirdi ki karşımızda... Ve bir yarımada şeklinde Amasra, ve yay gibi bir dalgakıran, ve ortada küçük bir ada... Denizle gökyüzünü birleştiren tatlı bir sis vardı ufakta (Rudi oğlum, gel de gör abini, tasvir nasıl yapılırmış bak da anla). Buraların resmini yapmak isterdim.
Neyse, Amasra’ya varmadan önce yeşillik biryerlerde piknik tadında bir tıkınma gerçekleştirdiğimizden, oraya vardığımızda açlık çekmedik. Bir pansiyon bulup çantaları bıraktıktan sonra bizimkiler hemen çıkıp dolaşmaya niyetlendiler. Güneşin yakıcı sıcağı geçmiş, şöyle bir gezinmek için ideal vakitmiş (Vardığımızda saat üç gibiydi sanırım. Hayret ki hayret, iki buçuk saatlik yolu dört saatte almışız. Benim estetik duygusundan yoksun öküz babam bile gazı köklemek yerine durup manzara seyretmişse buralar gerçekten güzel demektir).
Elbette bu yalnız kalma fırsatını değerlendirip bizimkileri atlattım ve pansiyon odasında işte bu satırları yazmaya koyuldum.
İnsanları seyrediyorum balkondan: Restoranlarda oturmuş gülüp eğlenenler var, kahvede sohbet edenler var; denize girenler, sevgilisiyle sarmaş dolaş sahil boyu yürüyenler var... Güneş tatlı tatlı yüzüme vuruyor.
Peki ben niye yalnızım? Benim niye sevgilim yok? Hattâ niye burada böyle salak gibi oturmuş yazı yazıyorum? Şu an hayatta hoşuma giden tek şeyi yapıyorum; yani, evet, yazıyorum. Benim gibi bir ayıyla ilgilenmeyenleri ilgilenir kılacak şeyi yapıyorum. Belki yine yüzüme bakmayacaklar ama yazılarımı, evet, okuyacaklar. Bilmiyorum, çok karmaşık duygular bunlar. Günlüğümü kimseye okutmam. Ama birgün herkesin okuyacağı şeyler yazacağım. Kim için? Kendim için mi, yoksa başkaları için mi? Bilmiyorum, ama yazacağım...
Şimdi kalemi elimden bırakıp güneşe karşı oturduğum yerden önce Rudi’ye, sonra da Elif’e birer mesaj çekeceğim. Rudi’ye selam edip günlüğümden söz edeceğim. Elif’e de onu ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi, Frankfurt’a dönünce tek istediğim şeyin onun elini tutmak olduğunu yazacağım.
-----------
Amasra’da ertesi sabah.
Erkenden, yani herkes uyurken uyandım. Günlüğümü tuttuğum ajandamı ilk kez baştan sona okudum, yolda yazdığım kısımlar çirkin görünüyor. Ayrıca birkaç yerde şimdi anlayamadığım şeyler yazmışım. Birkaç aptal cümlenin üstünü karaladım. Bakıyorum da, önemli-önemsiz pekçok şey yazmışım. Bundan sonra benim için daha önemli olan şeyleri yazacağım, öyle olur-olmaz şeyleri değil.
Dün Rudi ile Elif’e mesaj çekeceğimi yazmıştım. Peki çektim mi? Rudi’ye evet; Elif’e, ... hayır. Yapamadım. Yüzüne söyleyemediklerimi binlerce kilometre uzaktan da yapamıyorum. Biliyorum ki beni beğenmiyor, hattâ farkımda bile değil belki. Bana “ben de seni seviyorum sevgilim” diye mesaj çekeceğine “telefon numaramı nereden buldun pis sapık!” falan diyecek, biliyorum.
Bu arada Rudi’den de cevap gelmedi.
Dün hayatımın dönüm noktasıydı. Yüzüme tatlı tatlı vuran güneş, hayatta hâlâ güzel, insanın içini ısıtan şeyler olduğunu gösterdi bana. Hayatımda ilk kez manzara seyrettim ve gerçekten hoşuma giden birşeydi bu. Ve insanlar... Balkondan ilk kez insanları seyrettim (dikizlemedim, seyrettim). Uzun uzun neler yaptıklarını; nasıl konuşup güldüklerini, yürüdüklerini, sarıldıklarını, oynadıklarını, yiyip içtiklerini izledim. Nasıl da herşey normalmiş gibi davranıyorlardı! Kim olduklarından, nerede, ne yaptıklarından ne kadar da emin gözüküyorlardı... Hayatı ne kadar da boş birşeymiş gibi görüyorlardı!
Ve yine dün düşünüp karar verdim: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Daha da büyüyüp olgunlaştığımı hissettim.
-----------
Amasra’yı gezdik, dolaştık, bizim sidikliye kâğıt oynamayı öğrettim, anlamadı salak.
Bayağıdır volkmen dinlemiyordum, dinledim.
Bu sene ilk kez denize girdim, su buz gibiydi ama olsun. İnsanlar burada da kumlara serilmiş bol bol güneşleniyorlardı. Denize giren azdı. Hiçkimse umurumda değil valla. Benim yağlı göbeğime bakmışlar bakmamışlar... Kuma öylece serilmiş yüz mayolu salak varsa yüzünün de mutlaka biryerinde birşeysi, kusuru vardır. Doya doya, titreye titreye yüzdüm, sonra da kurulanıp günlüğümü yazdım. Oh be, ne rahatmış böyle.
Babam kıllı göğsünün üstüne susamları döke döke simit yedi. Ben de açtım ama yemedim.
-----------
Amasra’da üçüncü ve son gece.
Kafam çok dağınık. Balkonda sinirimden iki paket bisküvi yedim, bir litre kola içtim. Üstelik bisküviler de sunta gibiydi, yani çok kötüydü. Şimdi yeni bir pakete başladım, bu daha iyi. Babam yatmadan önce yine bana küfrediyordu; anneme beni şikayet ediyordu, “senin bu oğlun niye böyle?” falan filan diye. Annem benim için gerçekten üzülüyor (?, sanırım). İlk kez beni psikoloğuma götürürken düşündüm bunu. Halbuki ben bana göre gayet normalim. Hattâ aslında gerçekten normal olanın ben olduğumu söylediğimde insanlar buna itiraz edebilir mi?.. Bilemiyorum (felsefe yaptım galiba).
Yeryüzündeki bütün insanlara küfretmek için kelime bulamıyorum. Bunların “s” ile başlayanlarından bıktım, çünkü bunları yeterince kullanıyorum zaten.
Bu saatlerde volkmen dinlemek güzel olurdu. Ama volkmenden de nintendodan da bıktım. Herşeyden bıktım. Artık hiçbir şey istemiyor canım. Ne gülüp oynamak istiyorum ne de ağlamak, ne televizyon izlemek istiyorum ne de uyumak. Allah’ım ben ne istiyorum, diye kendimi yokluyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Bisküvi yemek bile istemiyorum ama zorla ağzıma tıkıyorum. Sadece deli gibi yazmak istiyorum ve yazıyorum (deliler yazar mı?).
Hava şey gibi karanlık... Şey gibi işte... Deniz foşurduyor. Başka hiçbir ses yok. Bense ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum. Üşüdüm. Saat de bayağı geç oldu, yatsam iyi olur. Uykum yok ama olsun.
Nerdee bizim oranın bisküvileri...
-----------
Bir kız arkadaşım olsaydı herşey daha farklı mı olurdu acaba, diye düşünüyorum (yani benim ruh halim). Neyse canım işte!.. Çakraz’da denize girdim (muhteşem bir koydu), Kurucaşile’de karnımı doyurdum (burada babam arabaya sanat müziği kaseti aldı; yine midem bulandı, kustum), Cide’de armut yedim. Şimdi İnebolu’ya doğru gidiyormuşuz bakalım. Zırt pırt yol üstünde “İnebolu bilmemkaç km” yazıp duruyor, ama hâlâ varmak kısmet olmadı. Yol o kadar dolambaçlı ki ormanın içinde aynı yerde dönüp duruyoruz sanıyoruz. Manzara (hele deniz ve uçurumlar) nefis ama bitsin artık bu yol. Bizim oğlan yanımda horul horul uyuyor.
Yol haritası şimdi önümde. Bakıyorum da, Zonguldak’tan niye günlüğümde söz etmemişim, hayret. Çünkü çok beğenmiştim oraları. (Ben. Beğenmek.) Çaycuma’da bir restoranda köfte yemiştim, kocamandı (restoran değil köfteler). Sonra arabada uyumuştum, ondan günlük olayını atladım galiba.
Uyku deyince... O arada bir de rüya görmüştüm:
Hava soğuk ve alacakaranlıkmış, ben de sokaklarda çırılçıplak (ama anadan doğma çıplak) oradan oraya, sığınacak bir yer bulabilmek için koşuşturuyormuşum. Ama başımı sokacak hiçbir yer yokmuş. Sonra diyorum ki kendi kendime, Allah’tan hava karanlık da çıplaklığımı kimse görmüyor. Derken ileride, neşe içinde biryerlere doğru yürüyen bir kalabalık görüyorum. Hah, diyorum, şunların arasına karışırsam hem çıplaklığım göze çarpmaz, hem de belki daha az üşürüm. Onlar ileride biryerlere doğru yürürken ben de arkalarından deli gibi koşturuyorum. Koşarken yanaklarım çılgınlar gibi hopluyor, göbeğim ve çüküm oradan oraya savruluyor; nefes nefese kalıyorum. Onlar yavaş yavaş yürüdüğü bense yuvarlanırcasına koştuğum halde bir türlü yetişemiyorum kalabalığa. Sonra nasıl oluyorsa yakalıyorum ve tam aralarında kamufle oldum derken birden ortalık aydınlanıyor ve ben ortada dımdızlak kalıyorum! Herkes aniden durup bana bakıyor ve alay etmeye başlıyor: “Vay, tosun! Şu tipe bak, var ya, bu kesin almancıdır ha! Şunun çüküne bakın millet, bamya kadar, küçücük! O göbeği gâvuristanın neresinde büyüttün tosunum! Lan al yanaklı, popon da davul gibiymiş!” Ben şaşkın şaşkın bakınıp ağlarken ve bildiğim bütün küfürleri savururken onlar da beni işaret edip “saalak, saalak!” deyip gülüşüyorlardı. Sonra ötelerden korkunç bir ınlamayla tank falan gibi birşey ağır ağır üstümüze gelip hepimizi birden ezip geçecekken bir sıçramayla uyandım. Meğer o ınlama bizim arabanın sesiymiş, baktım ki biteviye uzanan kıvrımlı yollarda gidiyoruz.
Neyse... Şimdi hâlâ Abana yolundayız, tabelalarda hâlâ zırt pırt “İnebolu ... km” yazıp duruyor. Yollar o kadar kıvrımlı, inişli çıkışlı ki bizim peder gibi hızlı bir rallicinin bile hızını kesiyor. Her yer, artık mide bulandırıcı derecede yeşil...
Annem durup durup başını camdan dışarı uzatıyor, havayı kokluyor: “Ay çekin şu havayı içinize, böyle temiz hava bir daha bulamazsınız” derken bir yandan da rüzgârda uçuşan başörtüsünü zaptetmeye çalışıyor.
Sıkıldım, bitsin artık bu yol.
-----------
Yazılan son yazıdan iki gün sonra. Akşamüstü. (Tarihi belirlemek için özel bir not.)
Abana’dayız sonunda. Dün hiçbir şey yazamadım, bugün telafi edeyim bunu.
Önceki gün buraya vardığımızda hava kararmıştı. Amcamın telefonda söylediği yere gittik, bizi karşıladılar. Sarmaş-dolaş, can-ciğer muhabbetleri işte. Annemle yengem ağlaştılar. Nesi oluyordu o onun? Anneme her seferinde sorarım, sonra da unuturum... Neyse, amcamın biri geri zekâlı, diğer ikisi de ondan pek farklı olmayan üç çocuğu da törende hazır bulundular.
Geri zekâlı olan en küçükleri yedi yaşında. Onu son gördüğümde beş yaşındaydı ve yine ağzından böyle salyalar akıtıp sırıtıyordu. Kız, ama oğlan mı, kız mı belli değil aslında.
Ortanca oğlan on dört yaşında (yani benim yaşımda). İki yıl önce ayrılırken acayip kavga etmiştik ve kafasını yarmıştım salağın. O zamanlar çocuktuk ama şimdi olsa yine yaparım. Adi sümüklü. Yumurta kafalı.
Bunların çöp bacaklı ablaları ise benden iki yaş büyük ve o kadar kalın kaşları var ki, kızın suratı babamın kıllı göğsüne benziyor. Ve bu salağa abla demem için baskı yapıyorlar.
Amcam, çarşaflı yengem ve üç domuz suratlı çocuk sırıtmayı çok seven neşeli bir familya ve hepsinin de dişleri sapsarı! Üstelik enseme şaplak atıp duran yılışık amcamın ağzı da hep kokar. Annem yolda giderken sıkı sıkı tembihledi, amcana geçen seferki gibi saygısızlık etme, diye. Ben küfredince babam parladı.
Babam ormandaki akrabalarını buldu diye bir sevinçliydi bir sevinçliydi, anlatamam. Gözlerim yorgunluktan ve uykusuzluktan kıpkırmızı oldu, yemeği bile zor yedim. Bizim oğlan yol boyu uyuduğu için cin gibiydi ve o geri zekâlı kızın peşinden ayrılmadı. Kızın salyaları bizim oğlanın üstüne de bulaşmıştır mutlaka.
Annem de çok yorgundu ama babamın neşesine diyecek yoktu, bunun için yemek faslı uzadı da uzadı. Sandalyede uyuklayıp durdum. Her başım düştüğünde şakacı amcam “Ne o koca oğlan, uyuyon mu yoksa?” diye enseme şaplakları patlatıp durmasaydı mışıl mışıl uyuyacaktım.
Sonra bizi kendilerinin de kaldığı uyduruk bir motele götürüp yerleştirdiler (pansiyon bozması bir yer, kötü yani). Babam balık eşliğinde rakıları devirmiş olduğundan şeşbeş olmuştu, neşesinden durulmuyordu. Annem bir türlü uyumayan kardeşimle uğraşırken, hele şükür, uyumuşum.
Ertesi gün iki mutlu aile çılgınlar gibi eğlendi. Önce Abana’nın nasıl bir yer olduğunu anlatayım. Burası huzurevi gibi bir yer. Dedelerle ninelerin arasına düştük yani. Geçtiğimiz her yer gibi buranın da bir cumhuriyet meydanı ve ortasında Atatürk heykeli var. Önümüz deniz, arkamız dağ (yani kaçış yok). Denizi çok fena taşlıkmış (sıçtık), ama olsunmuş çünkü bir yüzme havuzu varmış (eyooo!). Meydanda çay bahçeleri falan var, ihtiyarların hepsi orada oturuyor bütün gün.
Burada yalnız değiliz. Her yerde Alman plakalı arabalar var. Bizim şehirden gelen birileri var mı, diye sürekli plakaları okudu babam.
Gün boyu bu neşeli insanlarla kıçkıçaydık. Muhabbet; bizim memleketten n’aber, gâvur memleketlerinde her bişiy tertipli düzenlidir, senin çocuklar da iki yılda amma büyümüş ve sen arabayı mı yeniledin, çerçevesinde döndü durdu. Tek iyi şey kumsalda bol bol güneşlenip bronzlaşmam oldu.
Ertesi gün, yani bugün, ablam olması beklenen salak kız bana şu meşhur yüzme havuzunun yerini gösterdi de rahatladım. Yani havuzu bulduğum için değil aslında, kafileden kurtulabildiğim için. Bir hevesle aynalı gözlükleri takıp gitmişim ki bir de ne göreyim! Havuz dedikleri su çişten yemyeşil olmuş! Üstelik su birikintisi gibi bir yer, küçük yani. Mecbur, şöyle bir ıslanıp çıktım artık; sonra da oturup öğlene kadar güneşlendim. Bir yandan da hatunları gözetledim ama pek iş yok... Ciddi söylüyorum, hepsi taşra güzeli. Etraf sıçırtma kaynıyordu. İçlerinde benim gibi almancı olduğu belli olan birkaç tanesi “Aldi” çantasıyla gelmiş Almanca konuşup bebelere hava atıyordu. Havluların üstünde “Welche schande”, “Herrlich!”, “Hübsch Bayer” falan yazıyor ... Yazık. Gençliğimiz nereye gidiyor (dermişim).
İyi ki volkmenimi yanıma almışım. Havuzun yanında, üzerinde “büfe” yazan kulübenin tepesindeki hoparlörlerden yayılan gürültüyü bastırmak için kullandım onu. Bu Türkler bu aptal müzikle nasıl eğleniyor?
Canım günlüğüm seni yanımdan hiç ayırmayacağım. Birgün oturup gerçekten ciddi ciddi yazacağım, belki o zaman ayırabilirim.
Sonra ayrıldım oradan ve motele gittim. Bizimkilerin arazi olduğunu görünce (denize gideceklerdi de, oradan da tıkınmaya gitmişlerdir mutlaka) onları arama ihtiyacı duymadım, pastaneden birşeyler alıp gittim çay bahçesine oturdum (söylemiştim ya, hani şu meydandaki çay bahçelerinden birine), kolamı da aldım, sonra başladım bir yandan yiyip bir yandan yazmaya. Ohh, hayat bu işte.
Ya, işte böyle günlük, bu sefer uzun bir yazı oldu.
Babamdan mesaj geldi, restoranda balık yiyorlarmış. Okey, dedim. Havuzdayken Rudi’ye mesaj çekmiştim, hâlâ cevap gelmedi ondan.
Yanımdaki masaya bir oma oturdu, yarım saatte üç kere göz göze geldik. Her ihtiyar gibi bu da antika bir tip. Sigara içmekten dudakları morarmış ak saçlı kambur bir kadın. Çayını yudumladıktan sonra çantasından çıkardığı bezle ara sıra ağzını siliyor. Gülümsedi. Tam cins yani.
Ee artık bu kadar yeter. Gidip bir güzel duş alayım. Amma yazmışım be. Kafam patladı.
-----------
Akşam.
Annemle babam kavga etti. Bu seferki küçük çaplı oldu. Annem dayak yemedi. Etraftan duyulur diye babam sesini kısık tuttu. Ne gam, duyan duymuştur bile.
Öğleden sonra uyudum. Çay bahçesindeki oma rüyama girdi.
Saat geç oldu. Balkonda oturuyorum. Uykumu aldığım için gözlerim cin gibi açık. Acayip yazmak istiyorum ama yazacak birşey bulamıyorum. Demin günlüğün arkasına çok salak bir şiir yazdım. Yanına da Elif’in resmini çizmeye çalıştım. Yırtsam mı ki?
Havayı soluyorum.
-----------
Gece yarısı.
Bu sefer akşamüstü atlatabildim bizim kafileyi. Sabah cümbür cemaat denize gittik. Babamlar tavla oynadı, annemler bacaklarını kuma gömdü. Allah’tan salak kardeşler yoktu, bir tek geri zekâlı kız vardı. Bizim ufaklık da onunla oynadı. Bugün pek bir şirin gözüktü gözüme velet... Dün güneşten omuzları, bacakları yanmış, değince azıyormuş. Nereden duyduysa yeni bir sözcük öğrenmiş, “mister, mister” diye diye oynadı durdu. Öbür çocuk omuzlarına dokunup bunu kızdırırken salak salak sırıtıyordu, bizimki de mızmızlanıp duruyordu ama hiç ağlamadı. Ben de volkmen dinleyip rahat rahat güneşlendim. Deniz girilecek gibi değil ve kumsal sakindi.
Dün bir aileyle tanışmışlar, Manhaymlılar mıymış neymiş, kalkmamıza yakın onlarla karşılaştılar (kadın türbanlı). Çocukları yoktu Allah’tan. Bir de onlara takıldık çünkü. Babam hemen muhabbeti kurdu.
Asıl önemli gelişmeyi sona bıraktım. Bizimkiler öğle yemeğini bu Manhaymlılarla birlikte yemeye gidince, ben de dünkü gibi yazmak için çay bahçesine kaçtım. Tam kola-börek-kalem-günlük teşkilatını kurmuştum ki, arkamda birisi belirip omuzumu tuttu ve “oturabilir miyim?” dedi. Baktım ki dünkü yaşlı kadın gülümseyerek bana bakıyor... Oturma, diyecek halim yoktu, geçti oturdu; çay bahçesinde onca boş yer olmasına rağmen.
Ben o yokmuş gibi kendi kendime takılırken “pek arkadaşın yok galiba” diye sorduğunu işittim. “Var ama hepsi Almanya’da” dedim, sonra da “yer misiniz?” diye, önümdeki börekten uzattım. Mütemadiyen gülümseyen kadın, başıyla “hayır” dedi ve garsondan bir çay istedi.
Bizim günlük işi yatmıştı, tıkınmaya baktım. Kendisini rüyamda gördüğümü ona söylemedim tabii ki. Ama o dün beni gördüğünden söz etti.
“Yazmayı seviyorsun anlaşılan, okumayı da seviyorsundur muhakkak... Benimki de lâf yani. Okumadan yazılmaz ki...” deyince bir düşündüm ve sözünü kestim: “Yok, aslında pek okumuyorum.” Önce yadırgadı, sonra yazdığımın günlük mü olduğunu sordu, cevap verip ona durumdan söz ettim (yani psikoloğumun önerisinden, falan). Önüne gelen çayı yudumlayıp ağzını küçük beziyle sildikten sonra “Biliyor musun, gençliğimde ben de günlük tutardım” diye başladı ve onu yayımlatmak isteyip yayımlatamadığından, ancak içindeki kişi ve bölümlerden bir roman oluşturduğundan söz etti. Hattâ bu kitabı çıkmadan önce, yirmi yaşındayken bir şiir kitabı bile çıkmış.
O böyle uzun uzun konuşurken eskiden olsa sinir krizi geçirip kaçabilirdim. Ama sanki benim hayallerimden bahsediyordu: Evden kaçmış, bir süre İstanbul’da, arkadaşının evinde kalmış. İlk kitabını yayımlatana kadar kız başına oralarda yaşamış. Sonra dünyayı dolaşmış. Evlenmiş.
Ağzım açık onu dinlerken kola kutusuna elimi attım, kolayı da, böreği de bitirdiğimi farkettim, öyle kaptırmışım kendimi yani.
Sonra tam benim ne yapmak istediğimi, yazdıklarımı yayımlatmaya değer bulup bulmadığımı sormuşken cep telefonuma mesaj geldi: babam yanlarına çağırıyordu (bu adam güzel bir iş yapmaz mı hiç?). Ona, gitmem gerektiğini söylerken gerçekten üzgündüm. Kalkarken adımı söyledim, tanıştık. Yarın öğlen aynı yere gelip gelemeyeceğini sordum. Meliha Teyze’yi yarın tam on ikide orada beklemeye söz verdim.
Bizimkilerin yanına döndükten sonra neler oldu? Ne yaptım, neler yiyip içtik? Hepsini anlatmak isterdim çünkü deli gibi yazmak istiyorum. Ama artık gözlerim ağrıyor, kafam zonkluyor. Yatmalıyım.
-----------
Balkon ve de yine gece.
Sabah kalkıp familyamla birlikte kuzu kuzu kahvaltı yaptım. Meliha Teyze’yle buluşmayı dört gözle beklerken, son sorduğu soruları düşündüm durdum. Günlüğümü yayımlatmak mı, hayır, olmaz bu; ama yayımlatacağım başka şeyler birgün mutlaka yazacağım. Niye ama? Bilmiyorum, bilmiyorum. Yani ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Yani amacım yok mu benim hiç? Belki başka konularda vardır ama bunda... Hayatımda hangi konularda amacım var?... Hayatta hiçbir amacım yok mu yani benim? Ama niye üzsün ki bu beni... Amaçsız hayat, anlamsız hayat demek mi sanki... Belki de öyledir... Bilmiyorum.
O an yaşadığım sıkıntı ve korkuyu anlatamam sana günlük. Bu çok belli oldu herhalde ki annem “Oğlum neyin var senin?” dedi.
Meliha Teyze’ye sorsam çakar mı ki bu konulardan? Çakmasa sormazdı herhal, diye düşündüm.
Çay bahçesine gittiğimde kambur teyzeyi görünce sevindim. Böylesine, bir oma’yı görünce sevineceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama dün gerçekten de büyülemişti beni, ağzım açık kalmıştı yani.
“Oo, gel bakalım tombul oğlan” dedi, oturdum (ama kızmadım bu lâfına). Oturur oturmaz “Hani sormuştun ya dün, günlüğümü yayımlatmak istemezdim” dedim, “ama bir gün mutlaka başka şeyler yazacağım. Niye, bilmiyorum; ama yazacağım işte. Canım öyle istiyor yani”.
Yanımızdan geçen garsonu çevirip çayla kola söyledi (bana sormadan).
“Biliyor musun, benim senin yaşında bir torunum var; ama onu hiç görmedim” dedi; ben ne alâka, ve de bana ne, diye düşünürken devam etti:
“Kızım öyle mutlu olacağını düşünerek birgün sevdiği adamla atladı Avustralya’ya gitti, gidiş o gidiş. Şimdi ara sıra mektup gelir. Sebebini sorduğumda canım öyle istiyor, demişti. Ama mutluluğu aramak için gittiğini ben biliyorum. Sen de mutlaka bir amacın olduğu için yazarsın bence. Ve bu amaç sadece ‘mutlu olmak’ olabilir. Unutma genç dostum; yaşamak, mutluluğu aramaktır. İnsanların hayattaki ilk amaçları mutlu olmaktır.”
Oma’yı dehşet ve ibretle dinledikten sonra sordum:
“Üzülmedin mi?”
“Neye? Haa... Önce üzüldüm ama ne yapabilirdim ki... Hem şimdi söyle bakalım, ne yapmak istiyorsun?”
Başımı kaşıdım, önüme gelen koladan bir yudum aldım ve dedim:
“Önce kurtulmak istiyorum. Nasıl yaşadığımı bilemezsin oma, şey, yani Meliha Teyze. Almanya’da Türk gibi, Türkiye’de Alman gibi yaşamak nedir, bilir misin? Göbeğinle, sivilceli suratınla herkesin dalga geçmesi... Annem-babam bile uzaylıymışım gibi davranıyor. Sevdiğim kız da beğenmiyor zaten beni...”
Ağlayacaktım neredeyse. Kolayı bir dikişte içtim.
Bir sigara çıkarıp yaktı. İçerken kırışık suratı iyice buruştu. Duman beyaz saçlarıyla karışır gibi oldu. Lambanın cini gibi yani, şaştım.
“Ben gençken İstanbul’a kaçmıştım kurtulmak için. Bütün gençliğim boyunca dehşetli güzel günler yaşadım. Ama sen sormadan ben söyleyeyim, nereye gidersem gideyim sıkıntılarım da benimle birlikte geldi. Kaçış kurtuluş demek değilmiş meğer.”
“Ee, sen ne yapmak istiyordun Meliha Teyze?” diye sorduğumda gözü uzaklarda biryerlere dalmıştı.
“Üretmek ve paylaşmak istiyordum. Yaptım da. Yazdım ve onları insanlar okudu. Sonra üniversitede arkeoloji tahsili gördüm ve kazılar yaptım. Hoca oldum, öğrenciler yetiştirdim. Çevirmenlik yaptım, kitap çevirdim. Turist rehberliği yaptım, yeni insanlar tanıdım. Sevdiğim bir kocam ve çocuğum oldu. Ama işte... Bir an geliyor ve herşey yitip gidiyor. Sana pek sahip çıkan olmasa da gün gelip arkana baktığında, Birilerini sevindirmiş olmak, işe yarar şeyler yaptığını görmek, gönüller kazanmış olduğunu anlamak yanına kâr kalıyor. Ben yapmak istediğim herşeyi yaptım arkadaşım. Şimdi bırak da şu sigaramı rahat rahat tüttüreyim.”
Saatine baktı, sigarasından bir-iki nefes daha aldıktan sonra söndürdü; çantasından bir ilaç çıkarıp soğumuş yarım bardak çayıyla içti.
“Artık benim kalkmam gerek” dedi ve elimi tutup kendisini evine bırakmamı rica etti. Garsonla hesaplaştıktan sonra kol kola ayrıldık oradan. Az ötedeki evine varana kadar da konuştu benimle:
“Sanırım bir daha görüşemeyeceğiz yakışıklı. Ben yarın gece evime, İstanbul’a dönüyorum. Sana bir ödev vereyim giderayak. Bu ödevi kızıma da vermiştim, işe yaramıştır herhalde. Kim olduğunu iyice düşün, sahip olduğun kimliklerin -ama hepsinin- bir listesini yap kafanda. Bu kimliklerin, kendini ait hissettiğin yerlerin sayısını hep arttırmaya çalış. Ait olduğun yeri bul ve orada yaşa. İnsan ancak mutlu olduğu yerde -gerçekten- YAŞAYABİLİR. Ama unutma ki, bunu bulunduğun yerin dışında ararsan büyük olasılıkla hüsrana uğrarsın; yaşadığın yeri YAŞANIR hâle getirmeye çalış, utanmadıkça ve kimseye zarar vermedikçe dilediğini yap. Böylece yaşamanın bir amacı ve hayatının anlamı olacaktır, bu yolla da umarım aradığın mutluluğa ulaşırsın.”
İlk kez bir ihtiyarın elini içtenlikle öperken bu sözleri kulağıma küpe edeceğime dair kendi kendime söz verdim ve teşekkür ettim ona. Kendisini kapıda karşılayan bakıcı kadına emanet ettikten sonra ayrıldım oradan.
-----------
Sabah.
Geçe üçte yattım ve sabah onda kalktım. Hayatımın en güzel gününü (yani dün) öyle yarım bırakamam.
Meliha Teyze’den ayrıldıktan sonra motele dönüp mayomu giydim; bizimkilerin yanına, kumsala koştum. Çok şükür, benim güzel ailemin fertleri baş başa oturuyordu kumların arasında, yanlarında kimse yoktu. Nereden geldiğimi sordular, arkadaşımın yanından, dedim (uzatmadım yani) ve sevgili mama’ma sarıldım. Tek başına, canı sıkkın, kumlarla oynayan sidikli kardeşimin elinden tuttum, soğuk sulara koştuk; akşama kadar birlikte oynadık, güldük, eğlendik. Bu çocuğu çok ama çok seviyorum, nintendo’mu kırsa da (şimdi yanıma geldi).
Akşam yemekten sonra bir gazinoya gittik, göbek atıp eğlendik. Gece eve dönerken ilk defa kendimi bu kadar mutlu ve de olgun, yani gerçek bir insan gibi hissettim. Artık büyüyüp adam olduğumu düşündüm yine. Sonra da oturup sabah üçe kadar -şimdi olduğu gibi- günlüğümü yazdım.
Dün, işte öyle unutulmaz bir gündü. Bugün de dünyanın en güzel sabahı benim için. Bizimkiler kahvaltıdan sonra amcamlarla denize gitti, ben de canım kardeşimle evde kaldım. Ona, günlüğümü yazdıktan sonra memory oynamak için söz verdim ama ne yapacağımı şaşırdım. Şu an heyecandan titriyorum yani... Çünkü az önce Elif’in en yakın arkadaşı Derya’dan mesaj geldi (numaramı kimden aldı acaba, ... Rudi’den almış olabilir), dün bende söz etmişler. Elif benden çok hoşlandığını söylemiş. Tanrım! Bunca mutluluktan sonra sevdiğim kıza da kavuşmak...
-----------
Aynı gün akşamüstü.
Sevgili günlük herşey bitiyor artık. Sana bu son satırları yazarken hiçbir şeyin eksik kalmasını istemiyorum.
Oğlanı kumsala, annemlerin yanına bıraktım.
Derya’ya telefonla karşılık vermedim ama burada bir internet kafe bulup Elif’e e-mail atabildim. Onu ne kadar sevdiğimi yazdım. Deli gibi bir cevap bekledim. Deli gibi... Ne kadar beyinsiz olduğumu ancak şimdi anlıyorum, nasıl oyuna getirildiğimi ise hâlâ anlayamıyorum. Yapmayacaktınız bunu bana.
Ailemi ne kadar sevdiğimin farkına vardım (babamı bile). Kızgın güneşin altında biraz dolaştım. Anladım ki artık ben başka bir insanım. Yine anladım ki benim sevgim, bana olan sevgisizliği engellemiyor.
Meliha Teyze’yi neden bu kadar sevdim? Çünkü o benimle gerçekten ilgilenen ilk ve tek insandı. Bana soru sordu, elimi tuttu ve öğüt verdi.
Hayatıma anlam katmak ve kendime bir amaç aramak için gideceğim buradan. Birgün ailemin yanına geri dönerim, ama hiç olmazsa bir süre yalnız kalmalıyım.
-----------
Meliha Teyze, bu satırları okuyacak muhtemelen ilk ve son kişi sensin. Notumda da dediğim gibi, bir yazar olarak çıkacağım karşına. Sözünü dinlemediğim için affet ve günlüğüme iyi bak. Çünkü bunun ancak senin elinde bir değeri var.

III
Yıllar Sonra, Yeniden...

O gün kaçıp giderken nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Doğru söylüyorum, bulacağım vasıtalara bağlıydı herşey. Amasra’yı çok sevmiştim, oraya gitmek isterdim; ama işte, herşeyi kötü talihime bıraktım belki de.
Yanıma biraz parayla beraber sırt çantama koyduğum bir-iki giysi ve volkmenimden başka hiçbir şey almadım (telefonumu bile). Motelden sıvıştıktan sonra günlüğümü bırakmak üzere Meliha Teyze’nin evine yöneldim. Ajandamın sayfalarını son kez şöyle bir karıştırdıktan sonra kapısının önüne, basamaklara bırakıp zili çaldım ve sıvıştım (bakıcı kadının onu görüp aldığından emin olmak için durumu gözlemeyi ihmal etmedim tabii). Hızla ve heyecanla (hattâ kan-ter içinde ve titreyerek) şehre, terminale ya da herhangi bir yere gitmek üzere meydandaki dolmuşa atladım. Güneş kızıla dönmüşken ve işte, gün sona ererken benim için yepyeni bir macera başlıyordu. Tıpkı Ceymis Bond filmlerindeki gibi bir heyecanla, ama gerçek bir heyecanla Abana’ya -görebildiğim kadarıyla- son bir kez baktım. Benim gibi dolmuştaki diğer yolcular için de böylesi bir heyecandan söz edilebilir miydi acaba? Sanmıyorum. Çünkü onlar dolmuşun neden bir türlü kalkmadığını merak edip söyleniyorlardı. Şoför dolmuşun arıza yaptığını ve bunu gideremediklerini söylediğinde ve de ben dolmuşun bir türlü kalkamadığına yerindiğimde benim için artık herşey çok geçti. Babam tarafından enselenip motele götürülürken maceranın başlamadan bitişine değil, kaderime ağlıyordum. Boşuna değildi bu, zira annem odaya bıraktığım dramatik notu okudukça ağlarken babam kahkahalarla güldü durdu.
Şimdi yirmi dört yaşında genç bir sanatçı olarak yine Türkiye’deyim. Hayır, bu kez tatil için değil; geçen sene kesin dönüş yapıp İstanbul’a yerleştik (babam emekli olunca yani).
Yazma işinde hayallerim pek gerçek olmadı. Evet, sanatçı oldum; ama yazarak değil... Berlin’de, güzel sanatlarda resim üzerine okuyup iyi ve kendimce iddialı bir ressam oldum (Berlin’de okudum, diyorum; yani evden uzaklaşmanın başka bir yolunu bulmuşum demektir ve bu işe yaradı, başarılı oldum). Türkçe’mi geliştirdim ve/fakat yazma işindeki etkinliğim de işte bu satırlardaki kadardır.
Günlüğümü nasıl olup da tekrar elde ettiğimi merak ediyorsunuz (etmelisiniz en azından). Tanıştığımızın ertesi yılı, gene tatilde, Abana’da Meliha Teyze’yle birlikte olduk ve ondan sonraki yıl da. Sonraki yıllar da, demek isterdim ama maalesef o yıl Meliha Teyze’yi yitirdik. En değerli eşyamı ona bırakmaktan dolayı pişman değilim. O bana bunun karşılığında hazineler verdi. Ayrıca günlüğümdeki pek çok yanlışı düzeltmiş ve eklemeler yapmış. Sayfalarına düştüğü özel notları kendime saklıyorum. Onun dileğini yerine getiriyorum ve işte, onu okuyucularla buluşturuyorum.
Elif konusunu da merak ediyor olmalısınız. Almanya’ya döndüğümde bu eşek şakasının hesabını kimseden sorma ihtiyacı duymadım (belki de utancımdandır). Bu konuyu o zaman ve orada kapattım. Ondan sonra bambaşka dostluklarım, heyecanlarım, aşklarım oldu. Bugün o tombul çocuk da sadece tatlı bir hatıra oldu benim için. Zayıflamış, yakışıklı ve her haliyle kendisine güvenen bir insanım (ah Meliha Teyze, sen olmasaydın...). Ve yine bugün, bir Hintli güzele âşığım...
Shashi’yle her gün, birbirimize dokunamasak da görüşüyoruz (sanal ortamda, teknoloji sağolsun). Ülkesinden kalkıp (bu kez turist olarak değil ama) buralara gelecek ve kendi hikâyesini olduğu gibi benimkini de “mutlu son”la bitirecek. Hayaller biter mi, bitmeyecek ve kimbilir, yenilerini belki Abana’da, belki Amasra’da, belki de bir gün Hindistan’da kurmaya devam edeceğiz.
Gördüğünüz gibi, her sıradanlığın ardından büyüleyici bir hikâye çıkabiliyor (hiç olmazsa benim için öyle) ve hayat insana ummadığı neler neler gösteriyor!..

17 Mart 2006 Cuma

Bu Mektupta Yazılmayanlar

“Delicesine âşık bir adamı sevgilisinin hayâli ziyaret etti, bu ziyareti beklememiş olsaydı hiç uyumazdı.
Gece karanlıkta hayalin yel gibi akarsa hiç şaşma, çünkü onun ışığı yeryüzündeki karanlığın gözünü korkutur.”

-İbn Hazm-



Ben onu bir rüya sanmıştım. Ne var ki uyandığımda da sürdü. Üzerinden kaç gündüz ve kaç gece geçti bilmiyorum, hâlâ sürüyor.

Bazan insan kapılıp gider, gerçeğin ne olduğunu, hangisinin gerçek olduğunu kolay ayırt edemez. Rüyalar içinde rüyalar içinde rüyalar.

Sensiz uyudum, seninle uyandım. Ama “sana uyanmadım” hiç. Zira sen hâlâ benim rüyamsın. Bununla beraber gözlerimi aralamaktan korkmuyorum artık. Çünkü sen gerçekten VARSIN.. Ve GERÇEKSİN. İşte seni karşı konulmaz kılan da bu zaten.

Yatak -hangi anlamda algılarsan algıla- aşkın yuvasıdır. Ben senin ilk hayâlini şu an uzandığım yatağımda kurmadım mı? O hayâlle ilk kez burada buluşmadım mı? Öyleyse “seni sevdiğim sürece yatağımı da seveceğim” elbette. Bunu anlayabilecek durumda olmanı umuyorum. Geceleri gözlerinden yatağına damlayan gülümsemeleri silme ihtiyacı duymadın mı hiç? O damlalar yastığının altındakilere sızmadı mı?

Benden habersiz olsan bile benimle aynı duyguları yaşamadığını, bir ve aynı olan düşünce dünyasını paylaşmadığımızı iddia edebilecek durumda mısın? İşte bunu sanmıyorum. Zira “sen bende yaşıyorsun ben sende”, bunu sen de biliyorsun ben de...

Öpmek en güzel dokunuştur. Sevmek dokunmak demek değilse de, bunu ifade etmenin en güzel ve de en yalın hâlidir dokunmak. Sevginin resmini çekmek isteseydik, bu ancak içten bir öpüş olabilirdi. Artık anlıyor olmalısın ki bu konudaki ısrarcılığım “arzu diye adlandırılan şeyden daha güçlü bir duygunun” tahmin edilebilir sonucuydu. Bu duygu kontrolüm altında değilse -ki gerçekten de onu ne yönlendirebilirim, ne de önüne geçebilirim- kontrolüm altında olan şeyleri, parmaklarımı ve dudaklarımı kullanmak istiyorum.

Sana ilk kez bakışlarımla dokundum. Gizli ve de açık, yakınlardan ve uzaklardan, sen yanımda olmadığın zamanlarda ruhsal (vücutsuz) varlığına... senin irade ve iznine bağlı olmaksızın kurulabilecek en kolay temas şeklidir bu. Onun için sana diyorum ki benim yanımda değilken makyaj yap, sür sürüştür; yeter ki kimse seni benim gördüğüm hâlinle, doğal ve de en güzel hâlinle gömesin. Ya da -bunun onlar için bir çeşit ceza olacağı kanaatindeysen- bana göründüğün gibi görün; onlar da benimle aynı sıkıntıları çeksinler, aynı derde düşsünler. Benim de gözüm “gönlümü düşüncelerimin karmaşasına sürükleme cinayetini” işlemişti. Ben de bakışlarımdan öç alsın diye göz yaşlarımı salıvermiştim.

“Bir erkeğin hayatı, Tanrı onu bir kız evlatla donatmadıkça, kum dışında hiçbir şeyin bulunmadığı bir çöl gibi kalacaktır. Kızı olmayan erkek bir kız evlat edinmelidir, çünkü zamanın sırrı ve anlamı genç kızların yüreklerinde gizlidir.” Seni “kızım gibi” sevdiğimi söylemek senin için ne kadar tatmin ediciydi bilmiyorum. Kendi inandırıcılığımı bir yana bırakıp sözümün inandırıcılığına sığınarak tekrar söylüyorum: seni kızım gibi seviyorum. Kendi parçam gibi; özleyip hayâlini kurduğum, sevip koklamaya kıyamadığım, art niyet düşünemediğim şey gibi...

Vakit çok geç oldu. Bu gecem eskidi ve sen eskimiş hiçbir şeye lâyık değilsin. Yalnız kalmadan önce son bir soruya cevap verecek misin: bu mektupta yazılamayanları da okuyabilecek misin?

Şimdi alnını uzat -işte böyle-. Artık iyi geceler.




“Bana ‘sevgilin çok uzak!’ dediler, dedim ki tek bir an bile benimle birlikte olması ve benden kaçmaması yeter bana.
Nasıl olsa güneş her gün yeniden doğarken hem benim hem de onun yanına uğruyor.
Onunla benim aramda ancak bir günlük yol varken, öyleyse hiç uzak olur mu?
Üstelik Evrenin Yaratıcısı’nı tanıma duygusu da bizi birleştirmekte; bu yaklaşım bana yeter de artar bile, ben daha fazlasını istemiyorum.”



Alp Çetiner

2 Mart 2006 Perşembe

Kitap ve Kelimeler

İşte bu yüzden, bugün yazan gençler, hakkında yazmaya değen, dert ve yorgunluğa değen tek şeyi, sırf bu yolla iyi yazmalarını sağlayabilecek olan tek şeyi unuttular: kendiyle çatışan insan kalbinin sorunlarını. Bunu yeniden öğrenmeliler. Olabilecek en bayağı şeyin korkmak olduğunu kendilerine öğretmeliler: bunu yaparken de çalışmalarında ezelî gerçeklerden ve yüreklerinin doğrularından, geçici ve yok olmaya mahkûm herhangi bir öykü içermeyen evrensel doğrulardan –sevgi ve onurdan, şefkat ve gururdan ve merhamet ve fedakârlıktan- başka hiçbir şeye yer bırakmayacak biçimde, her şeyi sonsuza kadar unutmalılar. Yoksa bir lânet altında çalışırlar. Aşkı değil şehveti, kimsenin değerli bir şey yitirmediği yenilgileri ve umut içermeyen, en kötüsü de şefkat ve merhamet içermeyen zaferleri yazarlar. Kederleri hiçbir evrensel kedere neden olmaz, hiçbir iz bırakmaz. Kalpten değil, hormonlardan yazarlar.

W. Faulkner, 1949 Nobel Ödül Töreni Konuşması’ndan (zikreden Y. Küçük). Vurgular bana ait.


Üstat Bize Ne Diyor?


Kitaba âşık olmuş, kelimelerden kendisine –ve nihayet bizlere- yeni bir dünya, dünyalar yaratmış üstat Cemil Meriç’i kitaplardan bahsederken yâd etmemek ve onun düşüncesine başvurmamak olmaz.

Belki de onun, aşkını dile getirirken yorum hatası yapıyorumdur. Zira şöyle diyor:

“... Hayır ben hâlâ kelimelerden çok insanların âşıkıyım. Ondan cümlelerim Süleymaniyeleşemiyor” (Jurnal)

Doğrusu o bu aşkın meyvelerini sayfalar arasında arıyordu, diyebiliriz sanırım. Öte yandan bunun platonik bir aşk olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Çünkü insanlardan onca cefa görmüş çilekeş bir adamın, kendi gardiyanlarının, cellatlarının boynuna sarılmasını bekleyemeyiz. O fildişi kulede yaşamıyordu, orada mahpustu.

Bazan yalnızlığımız arayışa dönüşür, o arayış da kesafet kazanıp tutkulaşır. Ve sonunda tutkularımız aradıklarımızdan farklı anlamlar ihtiva eder. Bazan bulduğumuzu sanırız, oysa bulduğumuz, tutkumuzun sonucudur, arayışımızın değil.

“... Narsis de yetmemiş kendi kendine, suda aksini seyretmek bir nevi ikileşmek, bir ben, bir de sudaki ben: yani o. Ve Narsis yaşayamamış. Öldürmüş Narsis’i bencillik, kurutmuş. Kelimeler benim sudaki akislerim. Onları kucaklayamam. Kelimeleri sizin için yıldızlaştırıyorum. Neredesin ve kimsin?” (Jurnal)

Bazan da aradığımız şey oluruz. İşte o an aradığımız şey kendimizizdir. “O”, bize çok yabancı bir varlık oluverir ve kendimizi bulmamızla yalnızlığımız bir anda birlikteliğe dönüşebilir. Herkes Mevlânâ kadar şanslı olmayabilir, karşımıza bir Şems çıkmayabilir. Leyla’mız da bize sudaki aksimiz kadar yakınken suyu bulandırabilecek, onu elimizin tersiyle itebilecek kadar ondan uzaklaşmış olabiliriz.

Artık üstat aradığı aşkı kendi suretinde bulmuştur veya aşkı ona kendi suretinde görünmüştür, ikisi de doğru. Fakat ne kadar hazin bir aşk! O aşkına sudaki aksi kadar, kitabının sayfaları kadar yakındır ama onu kucaklayamaz. Bu gerçek bir birliktelik olabilir mi öyleyse?..

Üstat ne kitaplara, kelimelere; ne kendine, kendi bencilliğine; ne de insanlara âşıktı. O ancak İnsan’a âşıktı ki bu hepsinden farklı birşeydir.

O İnsan’ı kitaplardan seyreder, gözleri görmezken bile. Onu bu yüzden sahiplenir, hepimizden çok sahiplenir. Çünkü o aynı zamanda “kâinata açılan kapıdır”. O bize en yakın nesne olarak da karşımızda durur. Düşünmeyen, hissetmeyen, ama düşünceleri ve duyguları havi olan bir nesne... “Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur.” (Jurnal)

Bir insanlık tarihi vardır, ama bir eşeklik tarihinden söz edemeyiz. Hayvanlardan farklı olarak kendi mazimizi, soyumuzun mazisini yaşatmak bu yüzden insanlığımızın gereği.

“İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi. Tanrı bütün nevileri denedikten sonra insanı yarattı. Ve selahiyetlerini ona devretti. Kitap binlerce yılın ötesinden gelen ve binlerce yıl öteye taşan ses kitap bütün peygamberlerin mucizesi. Eflatun’u barbardan ayıran okumuş olması. Hepimiz maddenin mağarasına zincirliyiz. Kitap mağaramıza akseden ışık. Pisliklerinden, ölümlü taraflarından ayrılan insan, yalınkılıç insan. Kalp ve kafa.” (Jurnal)

Üstadın kitaba bağlanmak ve onu himaye edip kollamak için daha çok nedeni vardır. Seven sakınır:

“Aziz dostum! Bu kitap senin değil. Kitap ürperti duyanın, gaşyolanın. Doğru belki senin de parmakların bir sevgili tenini okşar gibi dolaşıyor sayfalarında, ama o kadar. Teninle bağlısın kitaba. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hangi zillete katlandın? Sana yetiyor mu kitap? Bütün canlı hayaletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin? Hangisiyle yatıp kalktın? Hani çocuğun? Kitap sesinde ışıklaştı mı? Harem ağası da kucağında yaşadığı dünyayı sever. O kitap senin değil dostum. Açmayacaksın kapağını, okumayacaksın. Okusan da seninle konuşmaz. Hafızan kitap kapakları ve fihristlerle dolu. İsimler, isimler. Sonra, sonra boşluk. Bir harem ağası hizmetine baktığı kadınları ne kadar tanırsa, sen de kitapları o kadar tanırsın. Amatör, cevizi bir bakışta kabuğundan soyabilen adamdır. Bilge, Mark Orel gibi tahta da kurulabilir. Epiktet gibi zincire de vurulabilir. Bazen Diyojen’dir, fıçıda tüner. Bazen Sokrat gibi çarşı Pazar dolaşır. Sen kitabı cildine, insanı kürküne, postuna göre değerlendirecek kadar çocuksun. Sen dört başı mâmur bir kütüphaneci olabilirdin dostum. (Tabii bir Borges değil ) namuslu bir veznedar.” (Jurnal)


Kelimeleri Sevmek


“Tanrı, yıldızlarla oyun oynayan bir çocuk.
Senin yıldızların kelimeler, söyle raksetsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin.
Kelime ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade.
Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler.
Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi?
Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven.
Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime adem.

Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.” (Bu Ülke)

Birşeyleri ifade etme arzusunda olan birinin , bunun için seçtiği araç ne olursa olsun kelimeler üzerine söyleyecek bir çift sözü olması gerektiğine inanıyorum. Kifayetsiz gelen kelimeler... sarfedilmek için aranan doğru kelimeler... aranan, ama bulunamayan kelimeler... bulunan, ama söylenemeyen kelimeler... bizi büyüleyen, sürükleyen, ifade ettiği şeye (ve hatta belki kendisine) âşık eden kelimeler... hayatın anlamını bulduran veya bize hayatı unutturan kelimeler... herkesin bilip birbirinden sakladığı, kimsenin bilmeyip birbirine sorduğu kelimeler... yalnızca anlamıyla var olan kelimeler... bütün kapsamıyla var olan kelimeler... anlamdan çok öte, bir hikâyesi, tarihi, geçmişiyle yaşayan kelimeler... ihtiyacımız olan kelimeler, yasak kelimeler... bağırarak söylediğimiz, ama kimseye dinletemediğimiz kelimeler... fonetik açıdan güzel kelimeler... Süleymaniyeleşen kelimeler... bir anda ağzımızdan, kalemimizden çıktığından farklı bir anlam kazanan kelimeler... kulağımıza herkesinkinden farklı çalınan kelimeler...

Kelimeler bir ses bütünlüğünden, bir “sözcük”ten farklı şeylerdir.

Sevdiğimiz nesneler bizimle konuşurlar. Herhangi bir nedenle gönül bağıyla bağlandığımız nesnelere sahip olduklarından öte değerler atfederek onları insansılaştırabiliriz. Böylece onlar da bizi sevebilirler, bize küsebilirler, birşeyler anlatmaya çalışabilirler... uzun yıllar yaşadığımız evimizden taşındığımızda, o evle kendimizi ayrı köşelere çekilmiş iki eski dost gibi hissettiğimiz olmaz mı? Veya uzun zaman kullandıktan sonra doldurduğumuz karalama defterimizi, ya da –artık “tükenmiş olan”- tükenmez kalemimizi emekliye ayırdığımızda duygulandığımız?..

Kitaplar da, kelimeler de böyledir işte. Herhangi biri tarafından yalnızca okunurlar. Ancak sevenleriyle konuşurlar, onlara darılabilirler veya arkalarından gözyaşı dökerler..

“Öyle seveceksin ki kelimeleri, yalnız senin için raksedecekler. Saray olacaklar, bahçe olacaklar. Neden has bahçene yabancıları sokmak isteyeceksin? Beethoven’e besteleri yetiyordu, yalnız ruhu ile dinleyebildiği besteler.

Hiçbir mâşukanın rakibe tahammülü yok. Peri masallarında olduğu gibi ezelî bir kılıktan kılığa geçiş, ezelî bir akış içinde kelimeler. Seni sevdiler mi peri padişahının kızı oluveriyorlar. İhanetin bir anda onları kurbağaya çeviriyor.” (Jurnal)

Ama yine de unutmamak gerekiyor ki, “kelimeler o dakikayı ebedîleştirdiği ölçüde mânâlıdırlar.”


Niçin Okuyoruz?


“Başka bir ruh iklimine ne kadar girebiliriz? Birçok kitapları, okumuş olmak, hatta okumuş görünmek için okuyoruz. Birçoklarını da çevremizden kaçmak için. Goethe doğru söylemiş: kitap, Batı’nın afyonu.” (Bu Ülke)

Bazan İnsan’ı, bazan kendimizi bulmak için okuyoruz. Bazan Üstat gibi İnsan’ı bulmak için yola çıktığımızda, -dedim ya- anlıyoruz ki aslında o kendimiziz.

“Her kitapta kendimizi okuruz. Kendimizle yatarız her kadında. Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün.” (Bu Ülke)

Belki kitabın yazarı da bizim arayışımıza mütenasip bir düşünceyle yola çıkmıştır.

“Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” (Bu Ülke)

Bazan gerçeği bulmak, bazan da gerçeklerden kaçmak için okuyoruz. Belki de gerçeklerden kaçıp sığındığımız şey, asıl gerçektir; bunu farkettiğimizde Hakikat’e doğru yöneldiğimizi hissedebiliyoruz. Ve bir anda, muhtemelen yazarının bile bîhaber olduğu şekilde elimizdeki kitap, bizi ona doğru sürüklüyor.

“Pencerede şakıyan kuşlardan bize ne. Reel olan tabiat değil, kitaplarda görülen rüyadır. Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza.” (Bu Ülke)

İşte, belki de Hakikat’i bulmak için okuyoruz. Elimizdeki kitap onu bize vermiyorsa da yol gösteriyordur. Ve biz onu bulamasak da, onun ışığıyla başka değerli şeyler buluruz. –Yine söyledim ya- arayışımız tutkuya dönüşüverir ve bulduğumuz, arayışımızın değil, tutkumuzun eseri olabilir.

Bazan bize ait olan şeylerden bulmak için okuruz, bazan da göremediğimiz, tanımadığımız, dokunup tatmadığımız şeylere ulaşmak için okuruz. Hiç gitmediğimiz ve asla gidemeyeceğimiz yerleri görmek isteriz. Hiç yemediğimiz yemeklerden haberdar olmak isteriz. Çocukluğumuzda gördüğümüz, yaşadığımız, tattığımız zevklere ulaşmak, en azından o tadı hatırlamak için de okuyabiliriz. Bu amaçla okuma nedenimiz tamamen “nostaljik” olabilir. Gitmiştir o, geri gelmeyecektir... ama işte, birden kendimizi yine onunla iç içe bulabiliriz.

Hatırlamak için olduğu kadar unutmak için de okuyabiliriz. Bu faaliyet, işte o zaman sözünü ettiğim kaçışa dönüşür.

Okumak yalnız kalmak olabileceği gibi yeni bir tür birliktelik de olabilir. Yalnızlığımızı unutmak için okuyor olabiliriz.

Ne olursa olsun okumak bizi birşeyleri, başka birşeyleri, farklı veya yeni birşeyleri düşünmeye sevkeder. Kesin olan budur. Biz de aslında düşünmek için okuruz. Doğrusu kitap en çok bunun için değerlidir. Çünkü:

“Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Bir nevi mucize...” (Bu Ülke)



Düşünce Dünyamız


“...Kelime hiçbir zaman fikirden önce gelmez, ya da kelimeyi gerektiren hep bir fikirdir. Karşı konulamamalıdır kelimeye, yok edilememelidir kelime, cümle de öyle, bir eserin bütünü de. Ve sanatçı hayatı boyunca yaratma eğilimine karşı koyamamalıdır, yazmadan yapamamalıdır.” (Jurnal)

Düşünce üretimimizin veya yaratılarımızın,
1. Okuduklarımızla,
2. Okuduklarımızın bize düşündürdükleriyle doğrudan alâkası vardır.

Şu da bir gerçek ki, eserin bize düşündürdükleri yazarın düşündürmek istediklerinden tamamen farklı, hatta onların zıttı olabilir. Zira beynimiz tek boyutlu bir illiyet bağı, neden-sonuç ilişkisi içinde çalışmaz. Daha karmaşık bir mekanizmaya sahiptir. Algılayıp düşündüklerimiz üzerinde duygularımızın, yani hissettiklerimizin de önemli payı vardır.

Düşünüp karar verdiğimiz bir sonuç üzerinde, bambaşka bir ruh hali içinde yeniden düşündüğümüzde çok daha farklı sonuçlara vardığımız olmaz mı? Dolayısıyla okuma ilişkisinde de benzer bir tutum takınırız. O an kitabın hissettirdikleri, düşündürdüklerini etkiler.

Öte yandan kitaptan, düşünceleri ağaçtan meyve devşirir gibi devşiremiyoruz zaten ve okuduklarımızın bizi düşüncelere garketmesinin asıl nedeni olarak da bunu gösterebiliriz.

“Okuma zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak.

Her kitap, yazarla okuyan arasında bir düello; yazar bize bir hakikat, bir hayal veya bir korku aşılamağa çalışır; biz de ya kayıtsızlığımızla karşı koyarız ona, ya aklımızla.” (Bu Ülke)

Yazara direnişimiz bile, bizde doğurmuş olduğu düşüncelerden ötürüdür.


Hayatımızın Kitabı


Ben bir kitap okudum kalem anı yazmadı
Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz

Yunus Emre


Öyle veya böyle kitaplarla, cümlelerle, kelimelerle besleniyoruz. Bazı kitapları diğerlerinden daha çok seviyoruz. Daha önemli olduğu için değil, daha büyük bir yakınlık kurduğumuz için... Bu bir çocuk kitabı olabilir, bir ucuz aşk romanı olabilir.. Belki bol resimli bir kitaptır. O elimizden düşmez veya bir dönem düşmemiştir. Bize çok güzel şeyler düşündürmüştür çünkü..

“Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler.” (Bu Ülke)

O kitap da bizim için güzel şeyler düşünmeye davettir.

Aslında hepimiz o kitabı, hayatımızın kitabını aramaz mıyız?

O belki dediğim gibi ikinci, üçüncü sınıf bir kitaptır. Belki çağlar üstü ve ötesi yol göstericiliği haiz, ışık saçan bir kitaptır. Belki de Kur’an veya Zebur gibi bir kutsal kitaptır.

Belki İngiliz Hasta’nınki gibi Herodot Tarihi’dir, ki onu okumak için tarihçi olmanız gerekmez; ama hakkıyla okuduğunuzda hem anlattığı dönem(ler)i tanıyıp öğrenirsiniz, hem de edebî ve mistik bir zevk alırsınız. Belki Wachowski Kardeşler’inki gibi Alice Harikalar Diyarında’dır. Fantastik bir dünyanın kapıları diğerine açılır. Belki de Cat Stevens’ın (Yusuf İslam) Kur’an’ıdır.

Belki Binbir Gece Masalları’dır, Decameron’dur, Ulysses’tir; veya Borges’in ünlü derlemelerinden biridir. Cibran’ın mesellerinden biri de olabilir; Erasmus’un, gravürlerle dolu Deliliğe Övgü’sü; Ramayana/ Vedalar/ Baghavatgita’dır belki; veya Hesse’nin Bozkırkurdu’dur; Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı neden olmasın... Mevlânâ’nın Mesnevî’si, Divan-ı Kebîr’i, Fihi Mâ Fih’i olması da muhtemel. Ya da Şeytan Ayetleri’dir veya bir bahnamedir, Kamasutra da olabilir.

Çok sevdiğim bir arkadaşım, Emre Yılmaz’ın iki kitabını (“Genç Bir İşadamına” ve “Şeytanın Fısıldadıkları”) yıllardır dönüp dönüp okur. Benim de okuduğum bu etkileyici kitaplarda, benim bulduğumdan çok daha derin şeyler bulduğu kesin.onları okurken, bir “O Kitap”ı okurken görülebilecek tipik davranışı gösteriyor: Kitabı rastgele herhangi bir yerinden açıp okumaya başlıyor. Başka bir gün eline aldığında başka bir sayfasını okuyor. Bunu ancak böyleleri yapabilir.

Hayatımız boyunca hiçbir rüzgâr, her zaman aynı yönden esmiyor. Ve işte, duygu ve düşünce ahvalimiz, kafa yapımız ve sevdalarımız da yön değiştirebiliyor.

Düşüncemizin evrilmesine bağlı olarak, hayatımızın belli dönemlerinde bu kitabın yerini bir diğeri alabiliyor.

* * *

Aradan zaman geçip ilk “hayatımızın kitabı”nı yeniden elimize aldığımızda, geçen zamanla birlikte değişen düşünce dünyamızı da hayretle gözümüzün önünden geçirdiğimiz olmaz mı?

“Bunları okuyan, rüzgârlarına kapılıp savrulan ben miydim?..”, “Ne kadar da çocukmuşum” yahut “İşte idealist gençlik yıllarım” diyebiliriz. Yahut belki o sayfalar, satırlar arasında, o vakitler hiç anlamadığımız hikmetli sözlerle karşılaşabiliriz.

Ne olursa olsun, onda “kendimizi” buluruz, dünkü veya bugünkü kendimizi... Okuduğumuz kitap, söylediğim gibi, çoğu zaman yazarın kaleme aldığından farklı bir kitaptır çünkü. Biz o satırlara kendimizi katarız, sonra da oradan kendimizi devşiririz. Okumaya başladığımız andan itibaren o yazarın değildir, bizim kitabımızdır artık.


Peki’ Yazar Ne Düşünüyor?


“Elimizdeki kitap” hakkında söyleyecek bunca söz varsa, “kafamızda şekillendirdiklerimiz” hakkında da söylememiz gereken iki çift sözümüz olması gerekir. Yazanlarımız bilir; nasıl bir “okuma sevdası” varsa, bir de “yazma sevdası” vardır. Bu sevdanın nüvesini, çoğumuz için, birşeyleri ifade etme arzusu oluşturur. Onun için de, elbette, başladığımız her kitap “hayatımızın kitabı” olur. O bittiğinde veya yapı taşları yerine oturduğunda bizi bekleyen yeni kitaplar, ifade arzu ve biçimleri, yepyeni maceralar vardır. Her kitapta kendimizi yazarız. Birşeyler anlatmak isteriz, belki birşeyler öğretmek isteriz; okuyucu çoğu zaman bizim yazdığımız kitabı okumaz... Dedim ya, okuduğu, artık “onun kitabı” olmuştur. Ama yine de anlaşılmak, -bunu kabul etmesek bile- takdir görmek isteriz. Onu biz yarattık! Biz onu tasarlayıp gerçekleştirmeden önce öyle birşey yoktu!.. Ve, işte hayatımız!

“Gerçek sanat adamı kelimelerin imparatorudur. Ülkesindeki bütün çiçekler bütün meyveler kendisinindir. Renkleri başkadır o çiçeklerin, o meyvelerin tadı hiçbir yerde bulunmaz. Tanrı eğlenmek için yaratmış dünyayı. O yıldızlarla, kürelerle, okyanuslarla ve insanla oynayan bir çocuk. Sen de kelimelerle oynayacaksın. Acaba kelimelerin dışında kainat var mı? Sonunda kehkeşan da, tanrı da kelime. Tanrıları insan yaratmadı mı? İnsanın malzemesi kelime değil mi? Ve Tanrı, ışık olsun , dedi.” (Jurnal)

Yüzümüzde sıcak bir tevazu ile eserimizi arzederken çoğumuzun gönlünden geçenler üç aşağı-beş yukarı böyledir. Hep söylüyorum: sanatı değerli kılan da, içindeki estetik öğesinden önce bu özgün yaratıdır zaten.

Ancak herhalde tekrar dile getirmekte yarar var: nasıl ki rüştünü ispatlamış çocuğumuz kendi sözlerini söylüyorsa, kitabımız da kendi sözlerini söyler. O belki hâlâ gönül bağı anlamında bizim bir parçamızdır ama çocuğumuz gibi hayatın içindedir artık ve tek başındadır aslında. Okuyucu onu öylece kabullenir. Orada söylenenler, okunanlar bizim sözlerimizdir, ama okuyucu duygu ve düşünceyi benimseyip onaylasa da, onunla çekişip mücadele de etse karşı karşıya iken bizimle değil onunla tokalaşır.

Öte yandan yazarın psikolojisini çok daha farklı bir açıdan da değerlendirebiliriz:

Anlatıp açığa vurmak istediğimiz, boğazımızda düğümlenen, virüs gibi kanımızda dolaşıp içimizi kemiren bu illetten kurtulmak isteriz.

“Söylemezsem çatlarım”, yahut “bunu herkes bilsin” deriz. Veya o öyle söylenemeyecek birşeydir ki, bizim açımızdan tanınmaz bir kimliğe bürüyüp insanlara arzederiz. Veya tam tersi, onu satırlarda ölümsüzleştirmek isteriz.

Ur gibi. Veya bir çeşit doğum sancısı. Onu çıkarıp attığımızda rahatlarız. Cemal Süreya ne diyor:

“Kirlidir şiir; ve söz, atılmazsa zehirdir.” (Sıcak Nal)


Eserler ve Büyük Eserler


Her kitap değerlidir, sırf yazarının emeğinden ötürü değerlidir. Her kitabın söyleyecek çok sözü yoktur. Bazılarının cümleleri, kelimeleri çok sıradan gelir bize. Onları bir şiirin mısraında ahenk içindeyken, veya başka bir yazarın kaleminden okuduğumuzda daha farklı algılayabilirdik belki. Veya belki birgün kulağımızı tırmalayan kelimeler/sözler yarın, bugün durduğundan daha farklı bir yerde durabilir.

Eser değer kazanabilir, değer yitirebilir. Ama yazarın emeği olduğu yerde durur ve öyle ya da böyle, az veya çok saygıyı hak eder. Ancak herhalde kasıtlı bir şekilde suiniyetle yazılmış, okuyucusunun konuya veya yazara olan ilişkisini suiistimal edinmeyi amaç edinmiş olduğu aşikâr eserleri bir kenara koyarız.

Bunlar bir yana, gerçekten de kimi eserler yazılmış olmak için yazılır, kimileri yazılması gerektiği için. Kimileri üzerinden zaman geçtikçe değerini yitirir, kimi bu değeri korur, kimi de katlayarak arttırır. Değerini korumaya devam edenlerin kimi gerçekten hâlâ değerlidir; kimi de yalnızca öncüdür, ardıllarına yol açtığı için kendisine değer atfedilir.

Kimi de yazarından ötürü, değerli sayılır.

Mâlum, gün geliyor “büyük yazar” olunuyor ve eser, sırf o yazara ait olduğu için okunabiliyor. Ve biliyoruz ki çok ünlü bir yazarın “ilk eser”i, çok sıradan –hattâ belki- hatalarla dolu olsa bile, O’na ait olduğu, en azından O’nun duygu-düşünce tarzını yansıttığı için değerli sayılıyor. Veya yaşı ilerlemiş ve kendini yenilemekten yoksun kalmış, ya da belki bir hezeyan dönemine girmiş “büyük yazar”ın eserine de “bu adam yazmayı unutmuş” diyeceğimiz yerde yine sırf “o yazarın eseri” olmasından ötürü değer atfedebiliyoruz.

Bana kalırsa bu açıdan asıl önemli tasnif şudur: Kimi eserler sıradandır, düşünce-duygu dünyamıza kattıkları çok az şey vardır. Fakat bu sıradanlıklar, belli bir birikimle büyük eserlere yol açar. İşte zaten bu yüzden sıradan eserlere ihtiyacımız vardır. Büyük eserler gökten inmez, sıradan eserler onun önündeki yolun taşlarını döşer ve onu selamlar. Sıradan eserler ve büyük eser.. Sıradan eser bir nevi “taşıran damla”dır.

* * *

“Kelimeleri sana veriyorum okuyucu... Onlar yanıp sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu? Alev var göğüslerinin içinde, barut var, gözyaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, Narsis’in kendini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin!” (Jurnal)

Okumak dipsiz bir kuyu. “Meçhule açılan bir kapı” kitap. O meçhule doğru yol almaktan çekinmemeli, çünkü o insanları şimdiye dek hiç de karanlık yerlere doğru götürmedi, bizi de götürmez.

Bu son sözleri üstat Cemil Meriç’e bir saygı duruşu telakki edip böylelikle onu anmış olalım.



Alp Çetiner