22 Kasım 2010 Pazartesi

Life would be infinitely happier if we could only be born at the age of eighty and gradually approach eighteen. (İnsan seksen yaşında doğup on sekiz yaşına kadar yavaş yavaş yaşasa daha mutlu olurdu.) 

-Mark Twain- (Thanks to Silvia)

9 Kasım 2010 Salı

Mektuplarını üzülerek okudum. Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun. Acılarımla hırçınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukça? Onları senden mi gizleyeceğim? Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim. Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim an yokum.."


-Cemil Meriç-

25 Ekim 2010 Pazartesi

Hiçbir önem taşımayan kelimelerim
Zamanın dalgaları üstünde hafifçe dans edebilirler,
Mana ile ağırlaştıkları zaman dibe çökerler.


-Tagore-

22 Ekim 2010 Cuma

‎"Evet, bir Nirvana var; o, koyunlarını yeşil bir otlağa yaymanda, çocuğunu uyutmanda ve şiirinin son dizesini yazmandadır." 


-Cibran-

11 Ağustos 2010 Çarşamba

kelimeleri sevmek...

“Tanrı, yıldızlarla oyun oynayan bir çocuk. Senin yıldızların kelimeler, söyle raksetsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin. Kelime ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade. Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler. Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi? Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve dualarda muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven. Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime adem. Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kâğıda geçirmek istiyorsun; kâğıda, yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı.” 


(Cemil Meriç, Bu Ülke)

1 Ağustos 2010 Pazar

Idjin - Anlam Tükendi

725 yılında T'ang döneminde Çang-an'da, adayların şiir sanatındaki yeteneklerini de kanıtlamak zorunda oldukları bir devlet sınavı yapılmış. O yılki şiir konusu, Nanşan'daki son kışın karıymış.
Bu sınava aday olarak katılan genç şair Dsu Yung aşağıda yer alan şiiri sunmuş:

Kuzeydeki dorukların öğlen dağları
İncecik bulutların kenarında kar.
Gökteki eterin saydamlığında ormanlar,
Ve gece yağdırıyor kıra, kente soğukları.

Sınavdan sorumlu memur bu şiirden hoşnut kalmamış. Adaya, bu şiirin bir bitirme sınavı için çok kısa olduğunu, en az sekiz ya da daha fazla dizeden oluşması gerektiğini azarlayarak söylemiş ve şiiri geri vermiş. Dsu Yung yalnızca "idjin" demiş yanıt olarak: "anlam tükendi". Memur şiiri geri almış ve yeniden incelemiş. Gerçekten de şiirin söylenebilecek her şeyi içerdiğini itiraf etmek zorunda kalmış ve şiiri kabul etmiş. Dsu Yung'un ifadesi zamanla şiirlerin değerlendirilmesi açısından geçerli bir ölçüt olmuş.

23 Temmuz 2010 Cuma

Tagore - Aşka Çağrı

...
Durmaya vaktimiz yok. Hepinizi çağırıyorum
Anca bugün varız bunu bilesiniz
Yüreklerimiz yarılmadan -burkulmamışken daha
Hepinize gelin diyorum. Hepinizi çağırıyorum.

18 Temmuz 2010 Pazar

Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.
"Ol" der Tanrı. Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur.
Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur.
Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı.
Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.
Herşey karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Ordan eser burdan eser, kaya banamısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı...
Sırtında bir acı ile uyanır....
Bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır. ..

"Amor Fati - Nietzsche "
(Kaderini sev-belki seninki en iyisidir)

30 Haziran 2010 Çarşamba

Akşam beni götüren geminin arkasında, dirseklerim dayalı, on yıl öncesindeki gibi giderek uzaklaşan İstanbul'a bakıyorum. Sonra her şeyin üstüne çekilen büyük bir perde gibi, alacakaranlık çöküyor, ve gece, Boğaz'ın çıkışında, Karadeniz'de iyice sarıyor bizi.
Ve her şey yatışıyor içimdeki, her şey yatışıyor gitgide, her şey uzaklaşıyor, daha da silikleşmiş bir uzaklığa akıyor...
...
İşte böyle, yıllarca peşimi bırakmayan bu korkulu düş, hep engellenen ve hiç sonu gelmeyen bu İstanbul'a geri dönüş düşü - o düş bu kutsal yolculuğu gerçekleştirdiğimden beri bir daha görünmedi bana. Ve Doğu'dan yana yine her şey yatıştı anılarımda, geçip gitmeyi sürdüren yıllarla...
Bu düş kuşkusuz oradaki sevgili küçük hayaletin çağrısıydı, yanıt verdim ve düş yinelenmiyor artık.
-Pierre Loti, "Doğu'daki Hayalet"ten-

11 Haziran 2010 Cuma

Pia'nın Peşinde...

Pia'nın peşinde...


"Pia"yı tanır mısınız? Pia, Attila İlhan'ın şiirinde bir meçhulün adıdır.
Şair bir şehre geldiği vakit, Pia başka bir şehre gider hep...
O yüzden "Ne olur, kim olduğunu bilsem Pia'nın/ellerini bir tutsam, ölsem" der İlhan...
Üstada "içindeki kadınlar" soruyorlar; şöyle diyor:
"Belki de o kadın aslında Pia... O hiç olmayan kadın... Aklımda kalanlar, imkansız aşkların kadınları... Yaşanmış aşklar kalmıyor. Bitiriyorsunuz karşılıklı... Hatırlanan, askıda kalmış aşklar..."
Gülay Göktürk de Hürriyet'te Ayşe Arman'a "aşk"ı, "karşındakini tanımamaktan, bilinmezlikten kaynaklanan bir duygu" diye tanımlıyordu:
"Aynı evde yaşayınca bilmeye, tanımaya başlıyorsun. Aşk da uçup gidiyor".
Ne garip değil mi?
Kadın ve erkek, Adem ile Havva'dan beridir hep o "yasak meyve"nin peşinde koşup durdular. Kim bilir kaç kuşaktır sabırla, özlemle, ümitle, ölesiye, birbirlerine kavuşacakları, bir yastığa baş koyacakları günü beklediler.
"Aşk-ı Memnu", gözünü vuslata dikti asırlarca...
Bu marazi tutku, şiirlerden, masallardan koca bir külliyat doğurdu.
Sonra...
Gün geldi; devir değişti. "Sevenleri ayıran zalimler" devrildi.
Eros, tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi.
Sevenler nihayet kavuştular.
Ve buluştukları anda aşk, uçarken bahar kokuları saçarak rengarenk parıldayan narin bir sabun köpüğü gibi sönüp dağıldı avuçlarında...
Anlaşıldı ki vuslat, aşkın miladı değil, celladıymış.

* * *

Yüzünü bile görmediği sevdalısı için dağlar delen Ferhat, asrımızda nihayet vuslata erince Şirin'e dönüp bakmaz, internet başından kalkmaz oldu.
Sevdalısını bir kez görebilmek uğruna yıllarca pencerede bekleyen Leyla, evleneli beri, Mecnun'u kafaya takmaz, merak edip cama çıkmaz oldu.
O zaman anlaşıldı ki, aşk gücünü kıstırılmışlığından alıyor, karşılıksızlığından, naçarlığından besleniyor.
Aşıklar yakınlaştıkça, aşk uzaklaşıyor.
Nazım "Sende ben uzaklığı, sende ben imkansızlığı seviyorum" diye yazmıştı sevdalısına... Çünkü Veysel'in değindiği gibi, deryaya akan bir nehir, aslında deryaya değil, mütemadiyen ve hararetle ona doğru çağlamaya tutkundu.
Cazip olan, maksut mahalden ziyade; bizatihi seyahatti.
Aşk bir tahayyüldür.
Ebediyen müptelası olacağınız bir serap...
Dokununca dağılan bir kumdan kale...
Ben bu sırra ilk kez Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"nda ermiştim. Duvarda fotoğrafını görüp vurulduğu kızın gerçeğiyle karşılaşınca dünyası yıkılan Boyacı Halil, sonunda kendi tahayyülünün hakikatin sıradanlığıyla aşınmasına izin vermemiş, kızı bırakıp sevdiği fotoğrafla göle açılmıştı.
Zor olan da budur zaten:
Aşkı her daim kendinde yaşatabilmek...
Bu anlamda aşk tek kişiliktir.
Bizim icadımızdır. Meçhule adanmışlığımız... gönüllü esaretimiz... bir muammanın peşinde tarumar olmayı göze alışımız...
İnsanoğlu birbirine varıp birbirini tükettiğinden beridir, ancak kafasındaki hayale tutunarak mutlu olabiliyor; her gördüğünde o hayali arıyor, her sevdiğini o hayal sanıyor, her hayal kırıklığının kahredici keyfinden melankolik bir haz alıyor.
Ve yeniden Mecnun'a dönüyor.
Bugün "aşk devri"nden kalma bir sihirli lambayı umarsızca ovalayıp duruyorsak o yüzdendir...
Belki Pia ansızın çıkıp gelir diye...


Can DÜNDAR- Milliyet

3 Nisan 2010 Cumartesi

Anlar

Eğer yeniden başlayabilseydim hayata

İkincisinde daha çok hata yapardım.

Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.

Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, çok az şeyi ciddiyetle yapardım.

Temizlik sorun bile olmazdı asla, daha çok riske girerdim.

Yolculuk ederdim daha fazla.

Daha çok gündoğumu izler, daha çok dağa tırmanır,

Daha çok nehirde yüzerdim.

Görmediğim bir çok yere giderdim,

Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye...

Gerçek sorunlarım olurdu, hayali olanların yerine.

Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardanım ben.

Elbette mutlu anlarım oldu ama,

Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.

Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten...

“Anlar”, sadece “anlar”... Sizde “ anı “ yaşayın.

Hiçbir yere yanında termometre, su ,şemsiye ve paraşüt almadan

gitmeyen insanlardandım ben.

Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.

Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım

Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla,

Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.

Bir şansım daha olsaydı eğer.

Ama işte 85 ‘indeyim ve biliyorum.

Ölüyorum!...

Jorge Luis Borges

28 Şubat 2010 Pazar

Yabancı Bir Gezegendeki Tuhaf Canlılar

Dostum;

Ben bu Evren’de bizden başka akıllı canlıların yaşadığına inanıyorum.

Birgün şayet iyi niyetli olanları ziyaretimize gelirse, ben de bütün iyi niyetimle onlara mihmandarlık etmeyi bir borç bilirim. Kurduğumuz şehirleri gezdiririm. Kültür varlıklarımızı, selüloz dünyamızı, kitaplarımızı anlatırım. Mimarimizi, heykellerimizi gösteririm. İnsanlık tarihimizin en güzel görsellerini, resimleri, fotoğrafları; hayal dünyamızı, edebiyatımızı, şiirlerimizi açıklarım onlara.

Sizin gezegeninize ulaşamadık ama kendi kafamızda her gün yenidünyalar yarattık, derim.

Belki teknolojide yetişemeyiz onlara; duyguda, estetikte, kültürde çağlar boyu ne yol kat etmişsek hepsini sayar dökerim. İnternet paylaşımlarımızı, bilgi havuzlarımızı, dev uluslararası ansiklopedilerimizi görüşlerine sunarım.

Nelere, ne için ibadet ettiğimizi anlatmaya çalışırım.

Doğanın binbir rengini, o güzel renklere verdiğimiz adları tarif ederim: yavru ağzı, çingene pembesi, kahve rengi, kirli sarı, cam göbeği, kan kırmızı, gece mavisi, turuncu...

Siyah ve lacivertin kızıllığı örtmeye başladığı dakikalarda, gün batımında, onlarla birlikte kendi gezegenlerini bulmaya çalışırım. Hilalin, yıldızların, uçuş uçuş mukavves bulutların arasında gözlerimiz dolaşır. İşte, derim, sizin aşıp geldiğiniz atmosferin ötesi; buradan, böyle muhteşem görünür. Sizin oraları bilmem ama burada, başını göğe kaldırıp bakmasını bilenler ibadet etmek için yeni deliller bulur, derim.

Karla, yağmurla tanıştırırım onları. Yağmurda ıslanmanın, karlı havada gezip oynamanın keyfini layıkıyla anlatabilirsem eğer, bunların basit atmosfer olayları olmadığını anlarlar belki.

Dostum, kokuları tanıtırdım onlara. Koku melekesinin mucizesini... Çiçek kokularını, ağaç kokularını, yağmur sonrası toprak kokusunu, güneşli bir bayram sabahı neşeli çocukların kokularını, tarçınlı çörek kokusunu; damak zevkimize uygun bütün, bütün leziz yemeklerin kokularını tasvir etmeye çalışırım.

Yemek kültürümüzden, lezzetlerden söz ederim.

Müzik dinletirim onlara. Chopin’den bir pasaj, Korsakov veya Rachmaninov’an bir süit; ne bileyim, Hint müziğinden, tasavvuf müziğinden taksimler dinletirim. Biz insan türü garibiz, derim; birimizin sevdiğini diğeri sevmiyor. Ella Fitzgerald’ı, Ayla Dikmen’i, Çocuk Gözler’i dinletirim.

Kavgalarımızdan, savaşlarımızdan bahsederim. Kendi kendimizi nasıl yiyip tükettiğimizden... Doğanın renkleriyle birlikte birbirimizi de nasıl kirlettiğimizden... Onların dünyasında da böyle midir?

İnsanlardan bahsederim onlara. Bebekleri gösteririm önce, “insan yavruları”nı. Sonra ihtiyarları gösteririm. Sizin gezegeninizde de hayat bu kadar kısa mı, diye sorarım. İnsan gülüşüyle tanıştırırım, gözyaşına dokundururum tenlerini, sevişmekten, ten uyumundan söz ederim. Biz dost insanlar tokalaşırız, derim, ellerimiz birbirine değer.

Dostum, onlara öpüşürüz, derim. Dudaklarımızı değdirir öperiz derim. Öpmek bizim için en güzel dokunuştur, derim.

Sevmelerimizden, sevilmelerimizden bahsederim onlara. Güzel dostum, onlara senden bahsederim. İnsan türünün iki cinsi var, derim. Herne kadar dünyamızda bu türe örnek oluşturabilecek mükemmel insanlar varsa da, dostum, derim ki onlara, onu bir görmelisiniz... Seni söylerim, bir görmelisiniz onu, derim. İnsan türüne, kadın cinsine bir örnek, derim. Hepimizin ayakları, elleri var; ama bir de onunkileri görün, derim. Hepimiz iki ayak üzerinde yürürüz, ama onun yürüyüşüne de bir bakın, derim. Hepimiz şu iki gözle görürüz, ama onun gözleri nasıl da ışıl ışıl parlar... Ne olur, ne olur onun gözlerini de bir görün, derim. Gülüşüne bakın, derim; nasıl cıvıl cıvıl, sizin de içinizi ısıtmadı mı, diye sorarım onlara. Teninin kokusu, sesinin tınısı bir başkadır; yüzüne bakmaya, sesini duymaya doyulmaz, derim.

Aziz dostum, siz de sevebilir misiniz, derim. Sevince siz de böyle olur musunuz...

Dostum...

Yabancı bir gezegendeki tuhaf canlılarız biz. Evren’i sizin gibi gezip göremiyorsak, daha kendi içimizdeki dünyayı bile keşfedememiş olmamızdandır, derim onlara.

Dostum, aziz dostum, güzel dostum; daha birbirimizi bile keşfedememiş olmamızdandır, doyasıya kucaklaşamamamızdandır, derim.

Alp Çetiner

27 Şubat 2010 Cumartesi

Sustum - Eylem Yolcu'dan...

Sustum..
Küle döndüm…
Kül dağıldı
Yedi iklim
Yedi yurt buldu…
Ateşler utandı
Tenimde ses oldu…
Parçaladım dişlerimle
öptüğün bileğimi
Acımadı
Acınmadı
Bittim…
Gelmedi mi vakti sevgilim…
dayanmadı mı saatler
Akrep yelkovana sığındı
Şarap kadehe
Kadeh dudaklara…
Dudakların dudaklarıma gelmemeye yemin mi verdi?
Söyle şimdi
Derdini bana…
Konuşsun içindeki fırtına
Yaralarını sarayım kollarımla
Boynun düşsün
Gözlerin görsün gözlerimi…



(Ah aşk!
Sen
gözlerini
Kimde unuttun…)



Son kez aşka yazıyorum adını
Ben sana
Yar diyorum…
Hem uçurum derinliğinde kalmış
Hem sevgili olmuş yüzün…
Ben sana yar diyorum!
Çığlık gibi düşüyorsun
Düş
Düş
Düş diyorum…
Kokun asılı şimdi saçlarımın ucunda
Tut
Diyorum….




(ah aşk
sen
kokunu
kimde unuttun..)

sustum…
küle döndüm
kül dağıldı….

-Eylem Yolcu-

Mesut Kedi

Aydınlıkla karanlık henüz birbirinden ayrılmamışken büyük meçhul için için kaynamaktaydı. Dağlar-taşlar ile birlikte hava ve su da tek ve bir idi. Herşey birlik içinde, bir tek’te toplu idi. Günün birinde gök yukarıya çekildi, yer aşağıya gömüldü. Kayalar garip şekillerde yeryüzüne dağıldı, aralarında rüzgâr esti, kumlar savruldu, sular aktı.
Bütün ikilikler yavaş yavaş temayüz etmeye başladı: gece ve gündüz, soğuk ve sıcak, ıslak ve kuru...
Bitkiler ve hayvanlar, garip tür ve şekillerde husule gelmeye başladılar. Ve insanlar meydana çıktı.
Yeryüzünün şekli sürekli değişti, bütün canlılar çoğalıp serpildi.
Zaman aktı gitti; günler, seneler.. Ve bu büyük karmaşa geçen zamanla yerini tuhaf şekilde düzene bıraktı. Yaratılışın ilk ve en önemli safhası muhtemelen böyle oldu.
Biz canlıların ömrü maalesef çok kısa. Bir “yaratılış” varsa büyük ihtimalle bir de “son buluş” olacağına göre, arada geçen zaman içinde görüp görebileceğimiz ancak bir andır. Bu an içinde hem bu düzeni anlamak, hem de bu düzen içerisinde kendi yerimizi bulmak zor iş. Kim yarattı, neden yarattı, beni niçin var etti, ben kimim, bütün bu algılarım gerçek mi, gerçek diye bir şey var mı, ölüm bir yok oluş mu, değilse ne olacağız?.. Bütün bunları öğrenmek için oturup bekleyemeyiz. Üstelik hakikat zannettiğimizden çok yakında olabilir.
-Alp Çetiner- (Mesut Kedi'den
)

19 Şubat 2010 Cuma

Halil Cibran'dan...

Bir söz söylemeye geldim ve onu şimdi söyleyeceğim. Ama eğer ölüm engellerse beni, o söyleyecektir Yarın tarafından, çünkü Yarın Sonsuzluk'un kitabında hiçbir sır barınmaz. Yaşamaya geldim, Sevgi'nin görkeminde ve Güzel'in ışıltısında, onlar ki yansımalarıdır Tanrı'nın. Buradayım yaşıyorum ve sürgün edilmem yaşam alanından, çünkü canlıdır sözüm ve ölünce de yaşatacaktır beni. Herkesin yanında ve herkesin uğruna olmaya geldim ve bugün benim tek başıma yaptıklarım Yarın yankılanacaktır yığınlardan. Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten, Yarın söylenecektir binlerce yürek tarafından.

11 Şubat 2010 Perşembe

Duvar

Ben
Kocaman duvarla savaşırken
Uzatıp başımı koçbaşı gibi
Geri çekilip yeniden saldırdım hep
Her yerlerim acıdı önce
Size ne diyorum
Ağladım bile

Ben
Kocaman duvarla savaşırken
Don Kişot gibi
Umursamadı duvar
Ben yeniden saldırdım
Yumrukladım bile

Ben
Kocaman duvarla savaşırken
Çocuk gibi ağladım
Kocamandı duvar
Yalpalarken, başımda sarhoşluğum
Dimdik duvar
Bana gülmedi bile

Ben
Kocaman duvarla savaşırken
Genç Davut gibi, elimde sapanım
Ama Golyat değildi duvar
Sataşmadı bile
Ben nasıl ağladım
İnanmazsınız
Küfrettim bile

Ben
Kocaman duvarla savaşırken
Aklımda hesaplar
Eski bir davanın sarhoşluğu
Gerilip gerilip hep yeniden
Saldırdım durdum
Hiçbir şey olmadı duvara
Umursamadı bile

Bense her hücumda
Daha da güçlendim



Alp Çetiner

6 Şubat 2010 Cumartesi

Muhteşem Doğu

ezeli uyku damla damla karışmış kanına
damla
damla

uyuyan güzel gibi
uyurken de güzel

damarlarında atalet almış yürümüş
morfin
hayır morfin değil bu
bütün bildiklerini doğarken unutmuşsun
sütü kurumuş ana gibi
bir zamanlar bereketli,
şimdi çorak topraklar gibi
mevsimsiz, ağaçsız, insansız, hayatsız.

havzandaki medeniyetler bir bir sararmış
bir nevi domino etkisi
sultansız bir saray ne ise o

omuzlarından dökülmüş
birer birer alçaldığın rütbeler

arslan kesilmiş bir zamanın sırtlanları
ağayı yağmalayan marabadan korkarım ben
sahibini ısıran köpekten

mahalle delikanlılarının bir sözü vardır
“ölün bile yeter onlara”
arkandan seslenirlerse kulaklarını tıka
“kemiklerinin mezarı yok
mezarın yok
mezarın yok ki”

havsalaya sığmaz bir ihtişamsın sen hala
üç silahşorların karşısında dimdik bir yeniçerisin sen
yenilmesi mukadderse de ihtişamıyla göz alan
o havza tekrar bir ıslansa
ıslansa
ah bir ıslansa
sulasa tekrar susuz kalmış medeniyetleri

dudaklarda bencil bir dua olmuşsun

ayaklar altında kalmıştın sen
haçlılar gelip geçmişti üzerinden
çamura düşmüş bir elmas mı
zümrüt mü, yakut mu ne
bulutlar arkasında kalmış güneş gibi
elbet biryerlerde parlıyorsun
muhakkak parlıyorsun
birileri aydınlanıyor

bulutlar birgün mutlaka dağılacak
doğu, muhteşem doğu,
kanatlarının ucu zerrin, rüzgarlı
sen zümrüdü ankasın
küllerinden doğacak 



Alp Çetiner

1 Şubat 2010 Pazartesi

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma!Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma!Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!


(F. Bacon)

25 Ocak 2010 Pazartesi

Ustura - Eylem Yolcu'dan...

Defterimin arasında durur kırık ustura
Ne zaman kanatsam parmaklarımı
Çetelesini tutarım sayfalarına…

Yüzünün bukağısından akan Ağu
Zaten aşk çoktan yenildi sende.
Aralarda mile çekilmiş tenimde bilirim seni
Çünkü
Acı anlam katar yaşanmış anlara.
Ve aşk
Bir sınama krizidir
Ne kadar sevdiğine değil
Ne kadar acı çektiğine bakar
Mahvını ipe dizer
Susar parmaklarının arasına sıkıştırdığın kalem
Susar!
2-
Oysa susmaz ustura
Yankısını kestiği tende bırakır
Kimlik bunalımlarımızın ortasında
Tehlikeli bir dosttur.
Ölümün arzulayan nefesini duyarsın
Usturanın bileylenen çizgisinde.
Damarlarındaki kanın akışı değişir dokunuşunda…
3-
Ustura!
Elbet kırık bir usturaydı.
Defterimin arasında
Koynuna aldığı kelimelere ağlıyordu.
Yalnızdı!
Boynundan bir telis ipiyle asılıydı.
Soğuktu!
Sonuçta ölümün kendisiydi.
Şehirlerin
Kimliklerin
Kimliksizliklerin
Aşkların
Ve intikamların kıyısında
Düşüşe bir adım kalan lahzada
Tenin susturamadığı şehvetti…
4-
Usturaydı!
Elbet kırıktı..
Ben kırmıştım.
Geçtiğim tüm sınavların
Başarısız öyküsüydü ustura.
Bir yarısı bileğimde kaldı
Diğer yarısı defterimin arasında uyur.
Ne kadar büyüyebilir ki içimdeki yenilgiler,
Ne kadar ölebilirki usturadaki vahşet…

Aşk;
Bir parçalanmışlık duygusudur.
Ne kadar kendine dönmek istesen
Bir yarın
Hep başka bir yerde kalır…
5-
Ustura!
Hamam böceklerinden arta kalan
Tenimi sunuyorum sana
Paramparça edilmiş bir hayatın ortasında
Kıl payı kurtarılan aşkları borçlandım ben
Geri gel!
Gel geri!
Sana hiç yakışmıyor böylesi bir suskunluk
Geri gel!
Gel geri!
Gel ve söyle bana
Kazıdığım hangi çizgide korkaklığım
İhanetim
Ve dönekliğimle utandırdım seni
Ah!
Aşk karın doyurmuyormuş ustura
Öyleyse dünya aşktan
Yâda piçliğinden aç…

Hadi at zarları
Bahtıma çıkarsa bir dü u şeş
Sevildiğimi bileceğim.
Sözler çoktan anlamını yitirdi ya
Biz yine kumara başlayalım….

Eylem YOLCU