Dr. İmad Ahmed, Maryland
Üniversitesi
Çeviri: Alp Çetiner
İ.Ö. on yedinci yüzyıla tarihlenen Ammiza-duga’daki Venüs tabletleri hariç, mevcut Mezopotamya
astronomik yazıtları İ.Ö. 650 ila 50 yılları arasında yazılmıştır. Bu çiviyazılı
kil tabletler astronomik günlükler olarak anılır ve bunlar uzmanların hatasız
gözlemleri, profesyonel astronom yazmalarıdır.
Tipik bir günlük girdisi bir önceki ayın kaç gün çektiği
ifadesi ile başlar. 29 veya 30 gün çekmiş olmalı. Ardından, mevcut ayın ilk
gözlemi –hilalin çıktığı günün gün batımı ile Ay batımı arasındaki süre-
veriliyor, bunu dolunay zamanındaki ay batımı ile gün doğumu ve ay doğumu ile
gün batımı süreleri takip ediyor. Ayın sonunda, hilalin yükselmesiyle eksilmesi
arasındaki süre kaydedilmiş.
Güneş veya Ay tutulması olduğunda günü, saati, süresi;
görünen gezegenler, yükselen yıldız ve tutulma esnasında esen rüzgar not
edilmiş. Çeşitli gezegenlerin dönüşlerindeki kayda değer noktaların tümü
çizelgede gösterilmiş; gündönümleri, ekinokslar ve Sirius’un önemli görünümleri
verilmiş.
Babilli astronomlar gökyüzündeki yıldız yerleşimleri için
referans olarak otuz yıldızdan oluşan bir setten istifade ediyorlardı ve
astronomik günlüklerde Ay’ın ve gezegenlerin yerlerini bu yıldızlara göre
ayrıntılarıyla veriyorlardı. Ayrıca günlüklerde kötü hava koşulları veya
–gökkuşağı, ışık haleleri gibi- alışılmadık atmosfer olaylarına ilişkin
raporlar da yer buluyordu. Ve son olarak yangın, hırsızlık, fetihler gibi
mahalli öneme sahip çeşitli olaylar, Babil’de nehrin yükselme ve alçalma
miktarı ve bir gümüş şekele satın
alınabilecek çeşitli eşyalar dikkatli ve çalışkan astronomların raporlarında
yer bulmuştur.
İ.Ö. altıncı yüzyılda Babilli astronomlar bir ay içindeki Ay
doğumları veya batımları ve gün doğumları veya batımları arasındaki beklenen
zaman aralıklarını önceden hesaplıyorlardı. Bu hesaplar sistematik gözlemlere
dayanıyordu. Sonra bunları Güneş’in aylık hareketleri, Güneş’in ve Ay’ın
pozisyonları, gündüzün ve gecenin uzunluğu, tutulma uyarı endeksi, Ay’ın günlük
hareketlerinin yıldızlara oranı ve diğer ilgili bilgiler sayısal çizelgelerde
birleştiriliyordu; bu hesaplar Ay’ın ne zaman ne durumda olacağını kesin
öngörülerle ve ayrıntılarıyla içeriyordu.
Ninova (K 8538), Asur
yıldız haritası. Alttan saat yönünün tersine: Sirius (Ok), Pegasus + Andromeda
(Tarla + Saban), [Koç], İkizler, Kova + Başak, Terazi. Çizim: L.W. King,
düzeltmeler: J. Koch. Neue Untersuchungen zut Topographie des Babilonichen
Fixsternhimmels (Wiesbaden 1989), s. 56ff.
Gezegenler de benzer önemi haizdi, ancak bunların
hareketleri düzenli değildi, Mezopotamyalı astronomlar bunları hesaba
katabilmek için matematiksel teknikler kurup işletmek zorunda kaldılar. Mesela
Jüpiter, Zodyak üzerinde neredeyse
tam 12 yıl içinde kendi yolunu izler, her bir yıl az veya çok farklı bir alana
veya takımyıldıza doğru hareket eder. Yine her yıl Güneş’e karşı konumda
görünür –gün batımında yükselmek, gün doğumunda batmak gibi-, ancak Jüpiter’in
hareketi düzenli değildir, her yıl tam olarak aynı tarihte aynı pozisyonu
almaz. Babilliler bunu bugün bizim yaptığımızdan biraz daha farklı bir biçimde
ifade etmişlerdi ve Jüpiter’in her karşıt konumunu açıkça belirtmeyi tercih
etmişlerdi. Sonuç aynı, yine de onların çizelgeleri Jüpiter’in bu düzensiz
hareketini 12 yıllık döngünün ilk yarısı içinde her karşı hareket için aynı
miktarda artan değişim hareketiyle ve döngünün diğer yarısı süresince azalan
değişim hareketiyle karşılamıştı. Gezegenin birbirini izleyen hareketleri
haritada işaretlendiğinde bir zigzag
çizgi ortaya çıkıyor.
Elbette Babilliler bu düzensiz hareketlerin kesin tasvirini hiçbir
zaman tam olarak geliştirmediler, ama Mezopotamya’nın sonraki hanedanları ve
özellikle Seleukos (İ.Ö. 301-164) döneminde, Büyük İskender’in ölümünü müteakip
(bu dönem Kalde dönemi olarak anılır), astronomlar Ay’ın ve gezegenlerin bu zigzag işlevi ile oluşan periyodik
ivmelerine yaklaştılar. Bunu grafik olarak olmasa da sayısal olarak yaptılar ve
teknikleri amaçları için yeterince iyi çalışıyordu.
Babil astronomisinin geniş yazılı kayıtlarına rağmen,
eskiçağda Mezopotamya’da kullanılan gereçler hakkında çok az şey biliyoruz,
hatta mevcut olması gereken gözlemevleri ile ilgili bilgimiz daha da az. Londra
British Museum’da kilden yapılmış bir
usturlab sergileniyor. Aslında gerçek
bir usturlab gökyüzündeki cisimlerin açısal yüksekliğini ölçerdi, bununla
birlikte, Asurlulardan kalma aygıtlar daha çok gökyüzündeki bölgelerin bir
diyagramı gibi. Bunlar astronomlara zaman kazanmaları için yapılan astronomik
bilgi kitapçıkları gibi görünüyor. Birkaç sınırlı referanstan ibaret olarak
geçişleri, gnomonu (Güneş çubuğu) ve
su saatini ölçmek için kullanılan bir aygıt; Babil astronomik aygıtları üzerine
bütün bildiğimiz bu.
Bizim için sürpriz olmamalı, yine de eskiçağ uygarlıklarına
ait astronomik aygıtlar veya gözlemevleri bulmak çok zor. Bugün bunlardan çok
sayıda olduğunu söylemek mümkün değil, öte yandan belki bu gözlemevleri bugün
de mevcut ancak biz bunların ne olduğunu tanımlayabilmiş değiliz. Kullandıkları
mevcut ekipman muhtemelen yok olup gitmiştir ama eskiçağ astronomlarını
barındıran duvarlar belki hala ayaktadır. Şayet bu tür gözlemevleri dönemin
tapınakları veya sarayları ile birleşik yapıda ise, bunları bugün tanımlamak
daha da zor. Astronomik düzenleme içeren bir yapı bulsak, bunun ritüel amaçlı
mı, gözlemevi amaçlı mı yoksa her ikisi mi, söylemek her zaman kolay değildir.
Hemen bütün antik panteonlara ilişkin ortaya konulanlar
açıktır: En azından tanrıların bazıları, sıklıkla en önemli olanları, gökyüzünde
bir nesnedir. Buna ilişkin benzeşim nedenlerini anlamak zor değildir. Gökyüzü
nesnelerinin düzenli hareketleri, onları düzenin aşağıdaki dünyaya anlam
yüklemeye yardımcı olan vasıtaları, yardımcıları kılmıştır; bunların sınırsız
yinelenen tezahür edişleri ve kayboluşları, ölümsüzlüklerine işarettir;
ışıkları dikkat çekmiştir ve karşı konulmaz gücü empoze etmiştir. Ve gökyüzünde
olmak, dünyadan bakış açısı ile, doğal olarak tanrıların her şeyi bilmeleri
gerektiği, çünkü her şeyi görebildikleri varsayımını getirmiştir: Dünyayı
görecek kişinin cennette olması gerekir.
Bununla birlikte özel/belirli tanrılar farklılık
arzedebilir, bunlara denetim için inanılır, denetim onların paylaştığı doğal
özelliktir. Neyi denetim altında tuttukları ve bunu nasıl yaptıkları tam olarak
ne tür tarılar olduklarına bağlıdır. Gökyüzündeki tanrılar bir zaman koridorunu
işaretleyip ölçerek denetim altında bulundururlar. Geliş ve gidiş durumları
vasıtasıyla yer ve yön denetimi yaparlar. Zamanın ve mekanın efendileri olarak
dünyayı hareket ettirirler. Onu değiştirirler. Gündüz geceye evrilir. Kış
bahara döner. Nehirler akar ve çağlar. Tahıl filizlenir, büyür ve olgunlaşır.
Dünyanın bu döngüsü içinde ve günlük yaşantımızda bu değişimi görürüz ve bu
gökyüzü tarafından yürütülür.
Eğer ölümsüzlüğü arıyorsak gökyüzü başlamak için doğru
yerdir. Orada sonsuz döngüyü görüyoruz. Buna rağmen birgün öleceğimizi
biliyoruz; gördüğümüz Güneş, Ay ve yıldızlar is geceler, aylar, yıllar boyunca
da baki kalacak. Gözden kaybolabilirler ama yoklukları geçicidir.
Gökyüzü ölümsüzlük idrakimiz üzerine bize kesin imajlar
veren birkaç şeyden biridir. Gökyüzünün kendisi ebedidir ve onun sakinleri sürekli
yeniden ortaya çıkar. Orada, göksel koridorlar ve dönüşler içinde neyin ölümlü
ve neyin ilahi olduğu konusunda bir tezat vardır.
Gökyüzü tanrılarının gücü ışıkları vasıtasıyla temayüz
ederdi. Güneşin altında duran biri onun enerjisini hisseder. Onun sıcaklığı su
götürmezdir. Açıkça daha zayıf olsalar bile, Ay ve gezegenler de saygıya
layıktır. Onlar sadece karanlık gökkubbeyi aydınlatmıyorlar, kimi zaman
alacakaranlıkta ve hatta bazıları gün ışığında bile parıldıyorlardı. Tekrar
edelim, tanrılar ışık ile birlikte düşünülürdü.
Mesela, Ani veya An Sümer tanrılarının en büyüğüydü. Adı
“gök” ve “yüksek” anlamına geliyordu ve adının yazılı sembolü diugir kelimesiyle zikrediliyordu:
“ışıldamak”.
Ay’ın daha yumuşak, endirekt ışığına eşit ihtiram
gösterildiği, İ.Ö. üçüncü binyılın Mezopotamyası’ndaki Ur’da bulunan bir
yazıttan anlaşılıyor:
“Nanna, yüce efendimiz,
ışık berrak gökte parıldıyor, başında prens başlığı giymiş, gündüzü e geceyi
ileriye taşımak için doğru tanrı, ayı yıla tamamlamak için tesis ediyor.”
Bir başka Sümer duası İnanna’nın
parlaklığına yakarıyor, akşamın alacakaranlığında tanrıça Venüs:
“Gökte yanan saf
meşale, cennet ışığı gündüz gibi parıldıyor, cennetin ulu kraliçesi, İnanna,
selam olsun sana… Majestelerinin, onun yüce şanının, onun aşırı tevazuunun,
onun gece gökyüzünde göze çarpan parıltısının, onun Güneş ve Ay gibi gökte
salınışının, kuzeyden güneye bütün diyarlarca bilinen yüceliğin, kutsal
cennetin Hanımefendisi, sana neşideler sunarım.”
Göksel nesnelerin özel görünümü ve davranışları farklı
dönemlerde, farklı bölgelerdeki farklı toplumlarca saptanıp onlara aynı
sembolik değerler yüklenmiştir. Mesela Güneş, mevsimler arasında düzen içinde
ilerlemesi hasebiyle hem en güçlü hem güvenilir sayılır, ayrıca bu özellikler
pek çok topluma otorite, kanun ve sosyal düzen kaynağı olarak ilham vermiştir.
Eski Babil’de, güneş Şamaş’tı.
Onun her şeyi gören gözü her şeyi kaydeder ve yargılardı. Adalet onun nezdinde
idi. Babil kanunlarının büyük yazıcısı Hammurabi,
ünlü kanunlarıyla bir taş blok üzerinde, onun önünde ayakta dururken
görülüyor. Bu kanunlar vasıtasıyla Güneş’in düzeni yeryüzüne bahşediliyor.
Güneş ile mukayese edince Ay’ın hızlı değişimi onu pratik
olarak daha başına buyruk kılıyor, ancak onun zamanın hakemi olarak benimsenmesi, onun pek çok toplum tarafından
tanrı statüsüne yükseltilmesine yol açmıştır.
Babil’in ay tanrısı Sin,
“bilginin efendisi” idi.
Takvim ve astrolojik hareketleri yönetiyordu. Bir aydaki
günlerin sayısı ile uyum içindeydi, onun kutsal sayısı 30 idi.
Antik Yunan ve Roma’nın çok erken dönemlerinde gezegenler
arasında fark gözetilmezdi. İ.Ö. dördüncü yüzyıla ait bir yazmada Platon, tanrı
olarak beş “avare”den (wanderer) bahseder
ve yabancılardan alınmış kimi Olimpos tanrıları ile ilişkilendirerek onları
tanıtır. Bu yabancılar muhtemelen Mısır veya Mezopotamya’dan gelmişlerdi. Bir
diğer husus, Babilliler’in gezegen tanrıları
nitelikler ve özellikler bakımından bu Yunan tanrıları ile benzerlik arzeder,
bununla birlikte erken dönem Mısır gezegen tasvirleri daha farklıdır.
Eski Babil’de Marduk tanrıların
kralı olarak taltif edilmişti ve oldukça belirgin şekilde Jüpiter gezegeni ile
ilişkilendiriliyordu. Eski Yunan’da Zeus Olimpos
tanrılarının başı idi veJüpiter üzerinde egemenliği bulunuyordu. Bu yaklaşıma
göre Marduk’un bir kopyası idi. Aksine, Mısırlılar Jüpiter’i –ayrıca Mars ve Satürn’ü
de- şahin başlı gökyüzü tanrısı Horus olarak tasvir ederlerdi.
Jüpiter/Marduk Babil’de üstün tutulurdu, bu nedenle dünyanın
yaratılışından, onu kaosun içinden düzene taşımaktan” sorumlu tutulurdu. Babil
yaratılış efsanesi yazmaları tabletler üzerinde muhafaza edilmiş; bazıları İ.Ö.
yedinci yüzyılda Asur kralı olan Asurbanipal
kütüphanesinden ancak mazisi çok daha eskidir, öyle görünüyor ki İ.Ö.
1800’lerde Eski Babil İmparatorluğu döneminde türemiştir. Efsaneye göre Marduk, kaos ejderhası Tiamat’ı
öldürerek düzeni sağlar. Canavarın
bedeninden gökyüzünü ve denizleri biçimlendirir ve zaferinin meyvelerini
toplar. Hizmetine karşılık düzenli
kainatı şekillendirme hakkına sahip olur. Öncelikle göğü düzenler, onu
diğer tanrılar arasında pay eder, tepemizde takımyıldızlara sembolize edilen
budur. Ardından sıra yıla gelir.
Marduk yılın ne uzunlukta olacağına karar verir, onu aylara böler, bunların
bölümleri kendisinin seçtiği yıldızlarla düzenlenir. Diğer göksel düzenlemeler
de Marduk tarafından yerine getirilir, dünyayı düzene koyar. Ufku, zirveyi, Güneş’in doğacağı yeri ve izleyeceği
yönü saptar. Ay’ı yerine yerleştirir ve aydınlık ve karanlık sürelerini pay
ederek ayın günlerini belirler.
Jüpiter’in gökte ilerleyeceği yola Marduk karar verir, yıldız
e gezegenlere rehberlik eder. Bunları yapmak garip bir seçim gibi gelebilir.
Sabit ve kararlı Güneş belki de bütün bunları daha iyi yapabilirdi. Ancak
Jüpiter’in izlediği ekliptik, Güneş’in bir yılda izlediği yol, eskiler için
bilinen diğer gezegenlerinkinden daha aşina idi. Ayrıca Jüpiter’in yıldızlar
içinde aldığı konumlar neredeyse tam 12 yılda bir kendini tekrar eder. Mesela,
Jüpiter 12 yılda bir (aslında 12 yıldan sadece 5 gün daha uzun bir sürede) 12
kez Güneş ile karşıt konuma gelir ve son karşılaşma, ilkiyle aynı yıldızlar
arasında olur.
Jüpiter hareketinin görünümü, gece gökyüzündeki yıldızlar gibi
parlaktır, muhtemelen bu durum eskiçağ astronomlarını etki altında bırakmış ve
bu gezegeni bir referans olarak kullanmışlar, öyle görünüyor ki bu yolla efsaneye
de girmiş. Muhakkak ki yine de net olmayan şeyler var. Metinde gezegenin ismi Nebiru olarak geçiyor. Bununla birlikte
bu Jüpiter demek idi, aynı zamanda başka anlamlara da geliyordu,
direk/mil/kutup/eksen gibi. Kuzey göksel kutup göğün dönüşü üzerine anahtar
role sahiptir, biri veya hepsi yaratılış efsanesinde kastedilmiş olabilir.
Diğer gezegenler de önemli role sahiptiler, eskiçağ
kültürlerinin panteonlarında sıklıkla benzer roller üstlendiler. Ve böylece
Babilliler aşk ve bereket tanrıları İştar’ı Venüs gezegeni ile
ilişkilendirdiler. Aynı şekilde Eski Yuna ve Roma da bu geleneği sürdürdü.
Parlaklığından ayrı olarak, Venüs’ün en ayırt edici
özelliği gece ve gündüz yıldızı olacak şekildeki döngüsüdür. Bundan dolayı
Venüs’ü –balıkçıl benzeri, Phoenix/Zümrüdüanka
ile bir tutulan- Bennu ile
sembolize etmişlerdir.
Bennu Osiris’e
aitti, çünkü muhtemelen Mısırlılar ölüm ve yeniden dirilişi bu gezegenin akşam
ve sabah görünümleri ile ilişkilendiriyorlardı, veya belki de onun arkasındaki
Güneş ile olan bağı ve görünüm süresi ile… İştar’ın
yer altı dünyasına inme efsanesi ile de benzerlik kurulabilir.
Babilliler arasında Merkür Nebo idi, tanrıların elçisi ve kayıt tutucusu idi. Elçi olarak
anılmasının nedeni, Güneş’in batısından doğusuna doğru seyreden yörüngesinde,
gezegenler içinde en hızlı hareket eden gezegen olması olabilir. Merkür’ün bu durumu, Yunan ve Roma’da da
onu ölüm diyarında ruhların refakatçisi olduğu gibi tanrının elçisi de
yapmıştır.
Mars’ı gece
gökyüzünde bulmak kolaydır. Kırmızı rengi onu diğer gezegenlerden ve çoğu
yıldızdan ayırır. –Kana benzeyen rengi- onu savaş tanrıları ile ilişkili kılar:
Babil’de Nergalin, Yunan’da Ares ve elbette Roma’da Mars.
Son olarak Satürn, Babilliler’ce Ninib olarak
bilinen “avare yıldız”dır. Güneş tanrısı ve Nippur şehri
koruyucusu olarak başladığı ilk kariyerinden sonra Ninib bahar ve ekim/dikim
ile ilişkilendirildi.
Şamanlar ve astronom-rahipler yukarıda
olan biteni gözlemleyerek takvimleri ve seremonileri düzenlediler. Onlar
tanrıların bölgesine ve kozmik düzenin kaynağına girmiş oldular; kozmosun
“bilgisi”ne erişmek için onlara izin verilmiş oldu. Bunun ardından göksel
işaretler vasıtasıyla tanrıların istek ve niyetlerini yeryüzüne ulaştırmış
oldular. Bu durumun sonucunda kahinler ve kehanetler ortaya çıktı, ay kahinleri
gibi. 1900 Yılı’nda Asurolog R. Campbell Thomson, yüzlerce astronomik kehaneti
“Ninova ve Babil Astrologları ve Büyücülerinin Raporları” başlığı altında
topladı. Bunların pek çoğu Ay’ı
içeriyordu:
“Ay
sabit konumda göründüğü zaman, tanrılar ülkenin mutluluğunu planlıyor
demektir.”
Metin beklenen şeyin ilkdördünde
gerçekleşeceğine işaret ediyor.
“Ay
hesaplanan sürresinin dışına çıktığı ve görünmez olduğu zaman, güçlü bir şehrin
istilası gerçekleşecek.”
Alışılmadık veya beklenmedik bir
davranış mesaj olarak görülmüş. Görüşler kötü olabilir, ama doğru kelime veya
tılsım tehlikeyi önleyebilecek bilgili bir rahip tarafından dile getirilmiş.
“Adar
ayında Ay göründüğünde boynuzları
sivri ve karanlık, prens güçle büyüyecek ve diyar bolluk ve berekete
kavuşacak.”
Bu metinler bize, Babilli kahinlerin
takvimin öngördüğü ve gökyüzünde gerçekte olan arasındaki gözlemi değerlendirdiğini
söylüyor. Beklenen durumdan sapışlar kaygıyla izlenmiş.
Mezopotamya’da bölge medeniyetini
kuran, ilk takvimi kullanıma sokan muhtemelen Sümerler’dir. Sümer takvimi Ay
takvimi idi, ancak ayları ilkdördün batıda belirdiği zaman başlardı. Babil yaratılış
efsanesindeki bir bölüm, Marduk’un Ay’ın yörüngesi ile ilgili olarak Ay’a
talimatları üzerinedir:
Ay’ı öne koydu; geceyi ona emanet etti,
zamanı ölçmesi için ve gecenin süsü olarak görevlendirdi. Ve hiç aralıksız her
ay bir kral olarak belirlendi. “Hilal tepede altı gün boyunca boynuzlarıyla ışıldayıp yükselirken,
yedinci gün, kral(ınız)ın yarısı
görünür. Ve (ardından) on beş günlük süreler halinde birbirinin tıpatıp aynısı
iki yarım görünür. Daha sonra da Güneş üzerinizde cennette galebe çalar, adım
adım eksilir, gelişmenizi tersine çevirir!”
“Kral” Ay’ın tam daire şeklindeki
(dolunay) aydınlık halidir, elbette “boynuzlar” da hilale işaret eder. Yedinci
gündeki “yarım kral” ise ilkdördünü tarif eder ve metnin geri kalanı ayların
nasıl devam ettiği üzerine olmalıdır.
Sümerliler’e ait ay isimlerinin
bazıları tabletler üzerinde günümüze kadar gelmiştir ve Mısırlılar’da olduğu
gibi, aylar içindeki bayramlara işaret eder: “Şulgi Bayramı Ayı” ve “Ningursu Arpası Yeme Ayı” gibi.
Bayramlar Ay‘ın görünümlerine göre düzenlenmiş ve ilk hilal, ilkdördün (yedinci
gün), dolunay (on beşinci gün) ve son gün şeklinde takvime bağlanmıştır.
Sümerliler yılı yaz/emeş ve kış/orenten şeklinde bölmüşlerdir. Biliyoruz ki yeni yıl tatili kralın
bir yüksek rahibe ile sembolik olarak evlenmesi şeklinde kutlanırdı.
Evlilik ritüeli çiftçilerin tanrısı Dumuzi
ile bereket ve aşk tanrıçası İnanna’nın evliliğini
canlandırıyordu, takvimdeki yeri de doğanın canlanıp çiçeklerin açtığı bahar
mevsimi idi.
Tabii ki Mezopotamya Ay takvimini
mevsimlere göre tutmak bir hesap şekli idi ve tabletler sonbahar ekinoks
ayından önce fazladan bir ay daha ilave edildiğini yazıyor. Diğer metinler de
bu ekinokstan önce gelen bir “on üçüncü aya” işaret ediyor. İ.Ö. 1000’lerde
takip edilen yöntem ve Babilli takvim rahiplerinin sekizer yıllık hesapları bu
yönde idi.
Bu periyotta üç fazladan ay eklenirdi.
Kaldeliler zamanında da “Metonik” veya
19 yıllık döngüde 7 fazladan ay kullanımı mevcuttu.
19 dönence yılı veya 235 Ay (lunar) ayından müteşekkil bu zaman aralığı
daha sonradan Yunan astronom Meton tarafından adlandırıldı ve Meton, İ.Ö.
beşinci yüzyıldan itibaren bunun Akdeniz coğrafyasında kullanımına önayak oldu.
Bununla birlikte bu sayısal bir kural
gibi gözükse ve bu periyotta bir göksel olay gözlenmese de, fazladan ay eklenen
yıllara rastlanılmıştır. Tablet ve Mezopotamya astronomisi uzmanı A. Sachs, bu
hesapların, Sirius’un yükseldiği özel bir aya göre düzenlendiğini düşünüyor.
Eğer öyle ise gökyüzünün en parlak yıldızının mevsimlerin belirlenmesi ve
eskiçağ toplumlarının takvimlerinin kalibrasyonu konusundaki önemli rolü
gündeme geliyor. Sirius’un astronomik özellikleri –parlaklığı ve görünme
zamanı-, her nerede görünürse görünsün değerli kılıyor.
Mezopotamya Ay takvimini tutmak ve mevsimleri
belirlemek için hangi yöntemin kullanıldığının bir önemi yoktu, fazladan ayı
eklemek için kralın onayı gerekiyordu.
Zaman, göğü inceleyen şamanlar ve
takvim rahiplerinin tuttuğu göksel çeteleler ile ölçülüyordu, neticede kozmik
düzenin döngüsünde son dönüşünü yapıyor ve yeni bir tura başlıyordu. Bu kutsal teknisyenler zaman içine yayılmış
törenleri de saptıyorlardı.
Bu anı yoğunlaştırır ve gökyüzü
şekillerini yansıtırdı. Ancak bu tür anlar yılın muhtelif zamanlarında olur.
Yılın bir bölümüne sıkıştırma zorunluluğu yoktur. Toplum içindeki hangi gruplar
tarafından, bunların nerede yaşadıklarına, yaşam tarzlarına ve mevcut kozmik
düzene bakış açılarına göre değişirdi.
Mezopotamya’da Babilli rahipler, yeni
yıl merasiminde bir çeşit ayin drama sergiliyorlardı. Bu aynı zamanda Babil
yaratılış efsanesi Enuma eliş’in
yeniden canlandırılması anlamına geliyordu. Rahipler ayrıca Marduk’un kaos üzerine galebe çalması ve
kozmik düzeni kurması üzerine bazı
önemli olayları da canlandırıyorlardı. Dikkate aldığımız diğer ayinlerden
farklı olarak yeni yıl merasimi kış mevsiminde herhangi bir yer işgal
etmiyordu. Akitu adıyla anılıyordu ve
ilkbahar ve sonbahar olmak üzere ekinokslarda kutlanıyordu. Eklenmiş aylara
ilişkin kayıtlar, Eski Babil devrinde yılın sonbahar döneminde başlamasını
salık veriyordu. Sonradan yeni yıl
ilkbaharda kutlanır oldu. Hangi tarih olduğu çok da önemli değil.
Babilliler için asıl önemli olan zaman içinde neyin dönüm noktası olarak kullanıldığı idi. Ekinoksun seçilmesinin
birden fazla nedeni olmalı. Ve bu özgün nedenlerin ipuçları anılan merasimlerde
gizli olmalı.
Merasimin ilk birkaç gününde Marduk
sembolik olarak metinde “Dağ” denilen
yere hapsedilirdi.
Üç gün boyunca Marduk bu yer
altı dünyasında, kaos ve ölüm diyarında kalırdı.
“Dağ” tabiri aynı zamanda
Mezopotamyalılar’ın kil tuğlalardan Dicle ve Fırat nehirleri ovalarına
yaptıkları yüksek, çok katlı tapınak – kulelerine (zigguratlar) işarettir.
Merasimin bu bölümünün ziggurat ile
bağlantılı olması muhtemel. Akitu’nun
dördüncü gününde Enuma eliş tekrarlanırdı
ve bu ayine diğerleri de eşlik ederdi; Marduk hayata geri getirilir ve Dağ’dan
veya yer altı dünyasından çıkması sağlanır. Bu arada yeni yılın başlangıcı ile
Güneş’in yükselişi üzerine ne kadar çok metafor olduğunu da görmüş oluyoruz.
Marduk (Jüpiter) Şamaş –yani Güneş- değildi,
ama Neo-Babil döneminde durumunun terfisinin bir parçası olarak Şamaş’ın pek
çok özelliğini üzerinde toplanmıştı. Ekinoks ve yeni yılda Marduk’un Dağ’dan
inişi, her şekilde, dünya düzeninin yaratılmasını temsil eder. Yaratılış
efsanesinde Marduk’un rolünü zaten biliyoruz. Mevsimlerin ve yılın dönüm
noktasında bu efsanenin bir ayin olarak sahnelenmesiyle Babilliler dünyanın
periyodik/döngüsel doğasını tanımış oluyorlardı. Her yılın sonu, dünyanın
yaratılışından önceki karanlık döneme işaret idi. Yeni dünya düzeni
kurulmadan önce eski karanlık dönem yıkılmalıydı, Marduk’un Dağ’daki esaretinin
anlamı da buydu zaten.
Silindir mühürlerde tasvir edilen bazı
mitolojik sahnelerin bununla ilgisi olabilir. Mezopotamyalılar bir kil tablete
resmi bir damga vurmak istediklerinde veya tabletteki içeriğin güvenilirliğini
korumak için, silindir şeklindeki taş mühürler vasıtasıyla bir deseni tablete
aktarıyorlardı.
Silindir karmaşık şekilde oymalıydı, Akad döneminden (İ.Ö. 2360 – 2180) kalma
bir mühür bugün British Museum’da sergilenmekte. Bunda Güneş tanrısı Şamaş iki
dağın arasından çıkmış vaziyette bir testere sallıyor ve ışığı dalga dalga
dağıtıp yayıyor.
Sağda, omuzlarından akan su ve balık
ile tanrı Ea görülüyor:
Soldaki tanrıça, Venüs –ve bazen sabah
yıldızı olarak da bilinen-, muhtemelen Güneş’in zuhurunu müjdeleyen İştar.
Ea’ının
suları burada muhtemelen bahar taşkınlarını simgeliyor. Kesin değil, zira
tasvirde herhangi bir yazı da yok. Ancak burada kastedilen bahar ayı ise, sahne
ekinoks dönemine ve yeni yıla işaret ediyor olabilir.
Kalan 11 gün boyunca yeni yıl merasimi
süresince daha başka dualar ve ayinler devam ediyordu. Kaderlerin kararlaştırılması denilen ayin ve net anlaşılmayan kehanet okumaları burada yer alıyordu.
Yine Babilliler Sümerler’in Kutsal
Evlilik merasimini sürdürdüler. Burada kral Tammuz’u, rahibe ise İştar (Venüs)’ı
canlandırıyordu. Ama mesaj aynı idi: doğurganlık/bereket. Döngüsel zamana
ilişkin bölüm başka yerlerde olduğu gibi Babil’de de aynı idi: -tanrılar,
hükümdarlar, çoğalma ve bereket, takvim ve gökyüzünde- yenilenme.
Çünkü bazı astronomik nesneler
gökyüzünde belli bilinen periyotlarda hareketini tekrar eder, göksel tanrıların
davranışı sayılarla sembolize edilmiş olmalıdır. İştar, Venüs gezegeni olarak belki
de bu yüzden Babil tabletlerinde sekiz köşeli yıldız olarak sembolize
ediliyordu.
Venüs ile ilgili referanslar, İ.Ö. 3000
gibi erken dönemlerde Güney Irak’ta önemli bir Sümer kenti olan Uruk’ta bulunmuştur. Ören yerinde
bulunan bir kil tablette: “yıldız İnanna” diyor, bir diğerinde ise sembollerle
birlikte kelimeler yazılmış: “yıldız, Güneş’i ayarlayan, İnanna”.
İnanna
Venüs’tür, sonradan İştar (star, stern) olarak bilinmiştir
ve Uruk tabletleri onun göksel kimliğini bir yıldız ile sembolleştirmiştir: sekiz
köşeli bir yıldız.
Bu sembolün ilk kullanıldığı dönemlerde
görünen o ki bundan başka bir anlam yüklenmemiş; sonradan tabletlerde “tanrı”
anlamına gelen bir işarete ve tanrıların asıl isimlerinden önceki simgeye
dönüşmüş. Tanrı ve gökyüzü arasındaki ilişki yeterince açık
değilse, Mezopotamya yazıtlarındaki bu durum bu mevcut olan ilişkiyi teyit
etmektedir.
İ.Ö. yaklaşık 1600-1150’lerde Kassite
Hanedanı tarafından, sekiz köşeli yıldız
daha belirgin bir anlama kavuştu. Bu Venüs
(gezegeni olarak bilinen) İştar’a
aitti ve Kassite krallarının getirdiği bir yenilik olan kudurru’ya (sınır taşlarına) işaret ediyordu. Bu taşlar sınır
bölgelerinde işaret olarak kullanılıyordu. Erken dönemlerde bunlar, kralın
bahşettiği toprakları kayıt ve teyit altına alıyordu ve bundan ötürü temsil
ettiği sınırları işaretlemiş oluyordu. Bunların çoğu 2-3 ayak yüksekliğinde
idi. Gökyüzü tanrıları ve metinlerle ayrıntılı bir şekilde işlenmişti, yapılan
işin gökyüzündeki tanrılar tarafından onaylandığını ve onların yapıp
ettiklerinin, attıkları adımın bile onlar tarafından izlendiğini kayıt altına
alıyordu.
Bütün bu yapılan iş ve buna vesile olan
şeyler uygun bir şekilde tamamlandıktan sonra, Kral Marduk-ahe-erba’nın sınır taşı güçlü ve etkili bir şekilde salık
veriyordu:
“Her ne zaman… biri bu bölgeye gelip de
burada hak iddia eder veya etmeye kalkışırsa, bu bölgenin kralın bir ihsanı
olmadığını söylerde ve düşüncesiz, aptal, sağır bir adam bu yazılı taşı alıp da
suya atar veya onu ateşte yakar veya görülmeyecek bir yerde saklar… Bu taşta isimleri
geçen yüce tanrılar şeytani lanetle onu lanetlesin, bu lanetten kaçamasın. Anu, Enlil ve Ea’nın öfkeli bakışları
onun üzerine olsun, onun ve çocuklarının ve bütün soyunun hayatını mahvetsin.
İnşa edenlerin (?) efendisi Marduk
(Jüpiter) nehirlerini kurutsun, hanımefendi Zarpanitum (?) onun planlarını alt üst etsin. Sınırların ve bu
sınır taşlarının tanrıları Ninib (Satürn)
ve Gula (?) ona devasız
hastalıklar versin, su diye koyu ve parlak kırmızı kan içsin. Cennetin ve
yeryüzünün gözü olan tanrı Sin (Ay) onun
bedenine cüzam versin, böylece yaşadığı şehirde yatacak yeri olmasın. Tanrılar,
burada anılanların hepsi, ona hayatı boyunca bir gün bile lütufta bulunmasın.”
Gökteki tanrıların kurallarına karşı
gelmek iyi bir fikir değildi.
Bu kudurrular
üzerinde adı geçen tanrıların hepsi hakkında bilgi sahibi değiliz, ama çoğu
(muhtemelen hepsi) göksel tanrılardı. Taşların çoğunda bulunan üç ünlü sembol,
şüpheye yer kalmayacak biçimde bellidir: Şamaş/Güneş, Sin/Ay, İştar/Venüs.
Şamaş’ın
simgesi, dalgalı çizgilerle yayılan dört noktalı daire idi ve bu bütün
Mezopotamya’da Güneş’in standart sembolü idi (Güneş Tanrısı Olarak İsa Peygamber yazısındaki Hz. İsa tasvirlerine bakın).
Dalgalı çizgiler Şamaş’ın ışığı ve “ağı/şebekesi” idi.
Sin’e
ilişkin ise, taşlarda açıkça “hilal” vardı
ve yanındaki büyük yıldız hemen daima sekiz köşeli idi.
Güneş ve Ay ile ilgili oldukça doğrudan
olan sembolizm ile İştar (Venüs) gibi
tahmin yoluyla da olsa çıkarılabilecek diğer çeşitli semboller de eşit derecede
doğrudandır (yıldız olarak tasvir edildikleri için). Muhtemelen sekiz sayınsının
kendisi de semboliktir, zira Venüs
dönüşünü sekiz yılda tamamlar. Bu zaman zarfında akşam yıldızı/sabah
yıldızı/akşam yıldızı düzeni beş turda
tamamlanır. Bu şu anlama geliyor: Venüs’ün şekli aynı takvim süresinde
sekiz yıl sonra tekrar oluşuyor, bu da güneş çekimine bağlı beş tam geri-ileri
hareketinin (eliptik) uzunluğu kadar.
Bu döngünün önemini kavrayabilmemiz
için Mezopotamyalılar’ın buna ne kadar aşina olduklarını, bunun onlar için ne
kadar özel olduğunu kanıtlamamız gerekir. Aslında onlar her şeyin çok iyi
farkında idi. İlk Babil hanedanı (İ.Ö.1900-1660) dönemine ait Kehanet
Metinleri, eski Mezopotamyalı gözlemcilerin Venüs’ün akşam yıldızı ve
sabah yıldızı olarak aynı Venüs olduğunu anladıklarını kanıtlıyor.
Elimizde, Venüs’ün sekiz yıllık periyotlarda
hangi görünümleri alacağını öngören, Seleukos dönemine (İ.Ö. 301-164) ait çok
sayıda hedef-yıl metni var. Bu hedef-yıl metinleri öngörülen yıl için astronomik
verileri ve aynı zamanda yıllar için başlangıç yılına eklenecek sayıları
listeleyen kil tabletler. Venüs için eklenecek sayı sekiz. Buna bağlı olarak
Venüs için tabloda belirlenen, belirtilen yıldan itibaren her sekizinci yıl için
işlerlik kazanıyor. Mesela eskiçağ bilimi üzerine önce gelen tarihçilerden olan
Profesör Otto Neugebauer Venüs hedef-yıl metinlerinden birini izah etmiş ve
sekiz yıllık dönemler içinde Venüs’ün aldığı şekilleri, tarihlerini ve sabah
yıldızı olarak son görünüşünü göstermiştir. Diğer bazı listeler de gezegenin sekiz
yıllık aradan sonra akşam yıldızı olarak görünüşü üzerine. Öte yandan bu sekiz
yıllık, beşli eliptik Venüs periyodu çok yakın bir hesaplama ama tam değil. Sekiz
yıldan sonra Venüs, takviminin 2,4 gün kadar ilerisine kayıyor.
Neo-Babil döneminden (İ.Ö. 626-539) kalma
bir metin, Venüs’ü Dilbat olarak anıyor, kayıtlara göre “Dilbat sen geri geleceksin…4 gün eksilterek”.
Buna göre, Mezopotamyalı gözlemci Venüs’ün
bu sapmasını da dört gün eksilterek hesaplamış oluyor. Bir hata gibi
görünebilir ama değil. 2,4 günlük düzeltme Güneş takvimine uygulanıyor ama
Mezopotamyalılar Ay takvimi kullanıyor. Ay takvimindeki 1,6 gün gecikme, Venüs
hareketini buna göre 4 gün geriye çekiyor, böylece Neo-Babilli astronomlar
öngörülerini buna göre yapıyorlar.
Maalesef hedef-yıl metinleri biraz geç
tarihe ait ve Kassite hanedanı döneminde Venüs’ün bu döngüsünün bilindiğini doğrulamıyor.
Yine de elimizde Ammizaduga Tabletleri olarak
anılan çok daha erken döneme ait tablet örnekleri var. Ammizaduga (veya Ammisaduqa) ilk Babil hanedanının son
hükümdarından sonra geliyordu ve dönemi yaklaşık İ.Ö. 1650-1550) idi. Tarih
biraz belirsiz. Hükümdarlığının sona ermesinden otuz yıl sonra Hititler onun
halefini alaşağı ediyor ve böylece bu dönemde Kassite hanedanı başlıyor.
Özgün Ammizaduga Tabletleri muhtemelen
İ.Ö. 1700-1600 aralığında yazılmıştı, ancak kaybolmuşlar. Suretleri günümüze
ulaşmayı başarmış, Ninova’da Asur kralı Asurbanipal (İ.Ö. 668-626)
kütüphanesindeki bu suretler bugün Beitish Museum’da.
Bunlarda 21 yıllık Venüs verileri
girilmiş, sabah ve akşam yıldızı olarak ilk ve son görünümleri, görünmediği
süre zarfı –bu dönemle ilgili kehanetlerle birlikte- kaydedilmiş.
“Eğer 25 Tammuz’da Venüs batıda görünmez
oluduysa, 7 gün boyunca gökte görünmeyecek, 2 Ab’da Venüs doğuda
görünmüştü, öyleyse ülkeye yağmur yağacak, terk edilmişlik hüküm sürecek. (8. Yıl)”
Yazımdan kaynaklanan hatalara rağmen
metinler açıkça gösteriyor ki sekiz yıllık döngü İ.Ö. ikinci binyılda Mezopotamyalılar tarafından biliniyordu.
Birkaç istisna bir kenara bırakılırsa sekiz köşeli yıldız özel olarak Venüs
için Kassite sınır taşlarında kullanılıyordu.
Diğer yıldızlar genel olarak noktalarla
ve bir grup-yıldız olan Sebitti ile
gösterilmiş, bu yedi nokta demetinden ve İştar’dan (Venüs) oluşan pek çok kudurru var.
Bu İştar sembolünün daha geç
dönemlerinde, kullanımı yaygınlaştıktan sonra ancak yine sınır taşlarının
kullanıldığı dönemde yedi köşeli yıldız
Venüs için kullanılmış.
Asur döneminde de, eski Babil
sembollerinin pek çoğu tapınak duvarları, silindir mühürler ve pek çok resmi
metinde kullanılmaya devam etti. Sippar’daki
Şamaş (Güneş) tapınağının
restorasyonunda bulunan bir tablet bize üç ana sembolü gösteriyor: Güneş, Ay ve Venüs. Bu, bir yatırım ile
ilgili onay mührü olarak kullanılıyormuş.
Şamaş tahtında –ve dalgalı bir zemin
üzerinde- oturuyor, dört noktalı Güneş dairesi bir masa üzerinde duruyor. Bu dönemde
Güneş sembolü bir değişiklik de geçirdi. Kanatlı bir daire bu Şamaş dairesinin
yerini aldı ve Asurlular’ın baş tanrısı Assur
bu parlak/alevli dairenin içine yerleştirildi. Ve Mezopotamya’daki Asur hükümranlığı
döneminde onlara özgü bu sembol Marduk (Jüpiter) karakteristiklerinin çoğunun
yerini aldı ve onun yaratıcı ve düzen sağlayıcı rollerini üstlendi. Benzer şekilde
Assur da Güneş tanrısı idi uçan bir daire olarak görülüyordu.
Kanatlı
Güneş sembolü geç Mezopotamya sanatında genel olarak
kullanılıyordu. Asur ve Neo-Babil döneminden sonra bir Pers hanedanı olan Akaemenialar (İ.Ö. 558-330) Babil ve
Asur’da hüküm sürdü. Kanatlı “uçan”
daire sembolleri Persepolis’teki tapınaklarında mevcut. Elbette kanatlı
Güneş sembolleri yukarı Mısır tapınaklarında da mevcut. Yalnız aralarında küçük
bir fark var, Mezopotamya versiyonu açılmış kanatlara ek olarak bir kuş tüyü
taşır. Belki onun “uçtuğuna” gönderme yaparak bir kuş gibi görünür.
Alp Bey, harika bir paylasimlar silsilesi diyebilirim. Okurken neredeyse icine girdim. Bizlerle cok degerli bilgiler paylasiyorsunuz.Cok cetrefilli bir tercüme calismasi olmus olmali. Bizler icin bunu mümkün kilmissiniz. Emeginize saglik diyorum.
YanıtlaSilKeyif alıyorsanız ne mutlu bana... Bu gerçekten zor bir çeviriydi, makalenin orijinalini okuduğumda çevrilmesi gerektiğini düşünüp çevirdim. Hatalarım varsa kusuruma bakmayın.
YanıtlaSilslm alp bey ben urfadan izzet benim babam 20 yıl önce köyde ev yaparken evin temelinde bitane silindir mühür bulmuş ve bu mühürün madeni mermer gibi bişey üzerinde üzerinde memesi olan kanatlı bir yaratık sakalı var güneş var balık var ay var ve gagası olan bir yaratık gibi bişey var yardımcı olursanız çok memnun olurum
YanıtlaSilizzet bey resmini çekip yollayabilir misiniz...
Silalp bey e-postanıza bir video gönderdim mührün üstündeki resimleri çek tim bi bakarsanız
YanıtlaSilVideonuz elime ulaşmadı, alpcetiner@gmail.com adresinden benimle irtibata geçebilirsiniz.
YanıtlaSilalp bey fotoğrafı sizin faceye gönderdim bakabilirsiniz iki tane hesabınız vardı ikisinede gönderdim
YanıtlaSil