Tarihin ve tarihçilerin babası… Onunla ‘96’da, İngiliz Hasta sayesinde tanıştım. Daha önce tanışsam farklı şeyler ifade eder miydi
bilmiyorum. İsimlerin, olguların bizde uyandırdığı çağrışımlar çoğunlukla gerçek
mahiyetlerinden farklıdır. Kavramlar, onları anlamlandırdığımız ölçüde bize ait
olurlar. İşte o yüzden çocukluğumuz herkesinki gibi değildir, annemiz diğer
annelerden farklıdır…
Herodot da benim için diğer annelerden farklı. Geçmişten haber
veren değil, geçmişi bugün gibi anlatan insan. Gezip gördüklerini döndükten sonra
anlatıyor, bizimle paylaşıyor. Nereye dönüyor?.. Buraya, bu topraklara,
yurduna, Bodrum’a.
Herodot Tarihi, zaman
içinde ve coğrafyada el yordamıyla yürüyüştür, subjektivitenin ta kendisidir. Kendine
göreliktir, sui generistir.
Herodot bugünkü tarihçilerden elbet farklı. O bir tarihçiden
çok bir “masalcı dede”. Onun için sıcak, sesi bizimle dost, kelimeleri bizden.
Onda bilinmeyen, hiç kimsenin gitmediği veya daha önce
teşebbüs etmediği bir şeylerin heyecanı var. Bize çok uzak, bize çok yakın bir
maceranın izleri var. İnsana ait, onun doğasına, zaaflarına ve üstünlüklerine,
iradesine ve kudretine ait bir maceranın izleri.Umberto Eco
Yazdığını yaşatan, yaşadığını yazan… Hiçbir akıllı ve olgun
yazar, satırlarına kendisini bütün çıplaklığıyla dökmez. Her satırda kendisini
dokur, içini döker, hayatını anlatır, boşalır, dolar, tekrar boşalır;
kendisiyle yüzleşir, muhakeme eder, kahraman olur, anti-kahraman olur… ama
kendisi olmaz.
Eco satırlara kendisini döküyor, anti-kahraman oluyor. Her figürde
ondan bir şeyler… O figürler ne kadar kendisi? Birbirinden çok farklı dünyaları
anlatan her roman otobiyografinin bir parçası… Güzel bir terapi. Her yazar
içini dökmek, geçmişiyle yüzleşmek, rahatlamak için Eco kadar iyi yazabilmeli.
Yazarları tamamıyla anlamak imkansızdır, Eco kadar
entelektüel olsanız da, her şeyi anlamak için biraz “Eco” olmanız gerekir.
Dilden dile, kültürden kültüre, dünyadan dünyaya seken
müthiş bir zeka… Konuşur gibi rahat yazabiliyor; komplekssiz, hiçbir şey ispatlamak
zorunda değil. Kelimeler dere gibi çağıldıyor, ama hepsini anlamak pek mümkün
değil. Anlamak için dil bilmek yetmiyor; din, filoloji, estetik, antropoloji
bilmek, velhasıl kültür deryası olmak gerekiyor. İtalyanca aslından da okusanız
bu böyle, sinoptik çeviriler şart. Şadan Karadeniz gibi gayretli ve usta bir
çevirmenin elinin değmesi gerekiyor. Üstat boşuna Çevirmene Notlar yazmamış!
Üslup ve şekil üzerine çok şey söylenebilir; tasvirlerin
dağınıklığı, psikolojik ayrıntıların uzunluğu, konu örgüsünden sapışlar… Ancak
yazarın zekası, yazılardaki her türlü olumsuzluğu örtbas ediyor; sonunda da
kusursuz sandığımız her şey o zekanın ve üslubun bir parçası çıkıveriyor!
Bununla birlikte denemelerini okumak, roman veya
söyleşilerini okumak kadar keyifli gelmedi bana. Yazarın bilgeliği her
okuduğunuzu anlamanızın önüne geçiyor sanki.
Michael Ondaatje
Okuduğum tek kitabı İngiliz Hasta “şiir gibi” bir romandır. Baştan
sona “şimdiki zaman”da geçer; hikaye boyunca anları, sadece anları görürüz:
öpüşleri, yanlış anlamaları, parlayan güneşi, patlayan bombayı, yağan yağmuru…
Romanın, dokuz Oskar almış film uyarlamasının da
yapımcısıdır. Galiba, romandan sonra senaryo dahil bütün film sürecinde rol
almış olması, filmin “roman gibi” çekilmesini sağlamış, diyebiliriz. Tadına doyulmaz
bir film…
Dört kişilik bir kesişmeyi anlatan romanın film uyarlaması,
bu dörtlüden birini anlatır. Demek oluyor ki, romanın geri kalan dörtte üçü dde
filme çekilse, üç muhteşem film daha izleme şansımız olur.
Bilinen şeydir: romanların film uyarlamalarından, romanından
aldığımız tadı alamayız. İngiliz Hasta, Doktor Jivago ile birlikte istisna
teşkil eder.
-Alp Çetiner, "Yazarlar Kütüphanemde"den-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder