31 Ocak 2012 Salı

Güneş Tanrısı Olarak İsa Peygamber


Eskiçağ pagan dinlerindeki Güneş, Ay, Venüs üçlemesi Hıristiyanlığa da girdi. Mezheplere göre Baba-Oğul-Kutsal Ruh veya İsa-Meryem-Vaftizci Yahya şeklinde tezahür etti.

Esasen Hıristiyanlıktaki pagan sembolleri çok uzun bir yazının konusu olacaktır, nitekim Batı dünyasında bu duruma kafa yormuş çok sayıda araştırmacı ve onlar tarafından kaleme alınmış birdolu kitap var. Özetle şunları söyleyebiliriz:

Doğu Roma İmparatorluğu’nda dönemin kurnaz imparatoru Konstantin (ki kendisi pagandı ve resmen Hıristiyan da olmamıştı, ancak öldükten sonra vaftiz edilmiştir), yeni bir din olan ve kendi yönetim anlayışına daha uygun görünen Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eder, ettirir. 325 Yılı’nda kendi başkanlığında topladığı İznik Konsili’nde Hıristiyan teolojisine kendi kabulleri doğrultusunda çekidüzen verdirir ve farklı isimler tarafından kaleme alınmış çok sayıdaki İncil nüshasını imha ettirerek bunları bugün geçerliliğini sürdüren dört İncil’e indirger. 

İşte Hıristiyanlık içindeki, Doğu Roma’da dönemin hakim kültürü olan pagan sembollerinin doluşması en çok bu tarihten sonraya rastlar.

Taşra (=dışarı) anlamına gelen ve pagan inanışlara sahip Natolia’da, merkezden, yani Polis’ten (şehir demektir ve Konstantinopolis, Roma gibi büyük şehirler için kullanılan tabirdir, sadece “Şehir” denilir. İstanbul da Yunancada “nereye” sorusunun yanıtıdır, Stinpoli, “Şehre” demektir) dayatılan din kabul görmeliydi. Böylece bu yeni din pek çok pagan sembolü ile harmanlandı ve Natolia/Taşra’daki aykırı unsurlar merkeze bağlanmış oldu. Bu birlik sağlandıktan sonra bu tabir değişecek, yerini Anatolia/Taşra-olmayan alacaktır!

İnternet alemini bir dönem kasıp kavuran The Zeitgeist Movement’ın belgesellerini izleyenler bilir. Kafası çalışan ancak kültür fukarası, devrimci ruhlu birkaç kafadar tarafından hazırlandığını düşündüğüm belgesellerin birincisi Tanrı (gerçekte Hıristiyanların tanrısı) üzerinedir (aslında bu belgesel dizisinin Illuminati’nin işi olduğunu söyleyenler de var, mantıksız gelmiyor açıkçası). Az-çok mürekkep yalamış ergen ve üniversiteli gençlerimiz bunların üzerine atladı ve baş tacı etti. Birinci belgeselde Hıristiyan inancı için çok önemli olan birkaç doğrudan, bizim gençler de “ateizmin ne kadar güzel bir şey olduğu” sonucunu çıkarmış olacaklar ki, sosyal medyada ve sözlüklerde bunun bayraktarlığını yapar oldular.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmadan bu belgeselin konusunu teşkil eden şeye gelelim. Belgesel özetle diyor ki: Aslında tanrı diye bir şey yoktur, İsa diye biri de hiç olmamıştır; İsa’ya atfedilen mucizelerin, öğretilerin, sembollerin tamamı pagan kültüründen kaynaklanır. Ona atfedilen bütün bu “tanrılık” öyküsü, aslında eskiçağda pek çok toplumda bilinen, pek çok kaynakta yazılı efsaneler veya astrolojik simgelerdi. Bakire anneden doğum, on iki havari, ölüleri diriltme, öldükten üç gün sonra dirilme, Doğu’dan gelen üç kral gibi… Ve onun yaşamında kişileştirilmiş pek çok unsur, aslında birer astrolojik olguya işaret etmektedir. Bunların kökenleri de Eski Mısır’da ve Mezopotamya’da mevcuttur.

 Belgesel bunları söylüyor. Önemli ölçüde doğrular ve ciddi yanlışlarla birlikte. Belgeselin kritiğini yapacak değilim ancak bu noktada Aytunç Altındal’ın kitabı, “Yoksul Tanrı”’yı şiddetle tavsiye ediyorum. Bu eser Hz. İsa’nın çağdaşı, hatta yaşıtı Tyanalı (bugünkü Kemerhisar) Apollonius’un hayatını ve Hz. İsa ile aralarındaki ciddi benzerlikleri inceliyor. Tabii bu benzerlikler tesadüf değil. Bugün Hıristiyan dünyasındaki pek çok entelektüel de bu konuya kafa yoruyor. Bu tez özetle şunları söylüyor:

Bir yanda Nasıra’da ortaya çıkmış, çevresindekileri etkilemiş ve dönemin kısıtlı kaynaklarına göre en çok bin kadar müride sahip olduğu düşünülen ve otuz üç yaşında öldürülen (biz Müslümanlara göre göğe çekilen) İsa peygamber var. Öte yanda onunla yaşıt –birkaç yaş da büyük-, doksan yıldan fazla yaşamış ve Anadolu, Arabistan, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve hatta Hindistan’a, hem de birden fazla kez seyahat etmiş, dönemin en ünlü şifacısı, büyücüsü (büyünün o dönem için olumsuz bir anlam taşımadığını, bir çeşit bilim olduğunu belirteyim. Kaldı ki bugünün pozitif bilimleri de aslında simya gibi büyü işlerinden gelişmedi mi, veya Newton, Bacon gibi ünlü bilim adamları okült (gizli) öğretilerle meşgul değil miydi, neyse  geçelim), çağdaşları tarafından adı zikredilen, seyahat ettiği yerlerde kendisine ilişkin emareler bulunan, dönemin imparatorluk kaynaklarında da adı defalarca geçen, en az dört imparatorla görüştüğü kesin olan (gerek dostluk gerekse ihtilaf nedeniyle), mahkemede yargılanmış (dolayısıyla resmi kayıtlarda bir kez daha ismi geçen), gezip dolaştığı yerlerde bir peygamber gibi kabul görmüş ve onbinlerce müridi olan okült öğretilere hakim Apollonius.

O dönem Hz. İsa kendi kısıtlı bölgesi hariç hiçbir yerde tanınmıyor, ama Apollonius neredeyse dünyaca meşhur. Kaldı ki Yahudi Cemaati’nin baskısıyla Roma valisi tarafından çarmıha gerildiği iddia edilen Hz. İsa ile ilgili, bu duruma ilişkin bile bir resmi kayıt yok. Hz. İsa devrinde onun çevresinde olanların ve İnciller’i kaleme alan ardıllarının Apollonius’u tanımamaları olanaksız. Öte yandan kayıtlara göre, Hıristiyan şeriatini şekillendiren Yahudi dönmesi Tarsuslu Pavlus ile Apollonius’un da yolları Tarsus’ta kesişmiş olmalı. Apollonius’a ait ölüyü diriltme, şifa dağıtma gibi mucizeler de, Hz. İsa’nın –belki “tanrılığını” pekiştirmek üzere- ardılları tarafından kendisine atfedilmiştir.

Buna göre Hz. İsa’ya, onun yaşantısına ve öğretisine ilişkin dezenformasyon onun hemen ardından başlıyor. Kilisenin –ve ruhban sınıfının- kurucu babası Pavlus önderliğinde şekillenen yeni öğretiyle Apollonius İsa’laştırılıyor, dahası kilise tarafından adı yasaklanıp unutturuluyor, ona ilişkin kayıtlar da ya gizleniyor, ya da imha ediliyor, hatta neredeyse “anti-christ/deccal” halini alıyor. Ta ki 16. Yüzyıl’a kadar… Bu tarihten sonra Apollonius ismi, mezhep çatışmalarının da etkisiyle temayüz etmeye başlıyor ve 20. Yüzyıl’da onunla ilgili pek çok araştırma yapılıyor (belki Apollonius’un okült geçmişinden haberdar Masonik teşkilatların da bunda payı vardır).

Konuyu daha fazla dağıtmadan özetleyelim: Bugün Hıristiyan inanışındaki Hz. İsa tasviri, pagan inanışına göre şekillenmiş oluyor. İnanış, pagan üçlemesi (trinity/teslis), Hz. Meryem’in Venüs’vari tasviri, Hıristiyan Tanrı’sı yerine pagan Güneş tanrısının konulduğu bir karma din halini alıyor. Pavlus’un mektuplarında dile getirdiği Yahudi şeriatine ilişkin unsurlar Hıriasitan şeraitine pagan unsurlarla birlikte giriyor (erkeğin yabancı kadına dokunmaması/el sıkışmaması, kadının saçının bir telinin bile görünmeyecek şekilde örtünmesi gerektiği gibi… Aynı unsurlar bizim İslam inancına dahi giriyor, ne ilginç değil mi…)







Şunu da ekleyelim: Ortodoks dünyasının pek çok tasvirinde görülen Hz. İsa’nın da aslında Apollonius olduğunu, hatta en ünlüsünün Ayasofya’da şu an görülebileceğini biliyor musunuz? Apollonius’un Hıristiyan görünen gizli pagan takipçileri, onu Ayasofya’ya ve Anadolu’da birçok kiliseye resmetmeyi başarmış. Hz. İsa tasvirinin sol kaşının yanında “11” işareti ile resmedilmiş. Bu okült öğretilerde kutsallık atfedilen asal sayı ve Apollonius’un mensup olduğu okült teşkilatta yapılması zorunlu olan bu dövme, onu tasvirlerde ayırt etmek için özellikle kullanılagelmiş. Tasvirlerde görülen üçlü, bilinen üçlemenin (teslis) yerine Hz. İsa, Hz. Meryem ve Vaftizci Yahya’yı barındırır. “Deesis” olarak anılan bu üçlü, bilinen tasvir tekniklerinin aksine, farklı bir yöntemle resmedildiğinden diğerlerinden ayırt edilir. Hz. İsa tasviri Apollonius’tur, pagan terminolojisiyle tarif etmek gerekirse bu üçlü Güneş’i, Ay’ı ve Venüs’ü temsil eder.



Şimdi buraya dikkat:

Hıristiyan teolojisinde iki önemli pagan unsur daha yer bulmuştur:

Logos: Kelime, kelam; eril ilkedir. Pagan kültürünü bu en temel şifresi ve kavramı, Dört İncil’in en tartışmalı yazarı Yuhanna’nın ilk cümlesi oldu: Başlangıçta logos/kelam vardı ve o Tanrı ile birlikteydi. (Yuhanna, 1:1). Bu da Hz. İsa’nın kimliğinde, “Tanrı’nın sözü” (kelimetullah) olarak kabul görmüştür.

Böylece “Tanrı’nın oğlu”, Yuhanna vasıtasıyla paganların “Logos”’u yapılmış oldu.

Öte yandan “Tanrı ile birlikte olmak” ifadesi de başlı başına pagan kültürüne aittir. Doğrusu Yuhanna, metnin orijinalinde Yunanca pros ton theon, “Tanrı’ya giden yolda” diyordu. Ama paganlara yaranmak isteyenler tatmin olmamış olacak ki, bunu önce “Tanrı ile birlikte olmak”, ardından da “Tanrı’nın kendisi” yapıvermişlerdi. 

Logos=İsa, Tanrı olmuştu!

Hıristiyan - Batı dünyasının özellikle “Aydınlanma” döneminde kutsayıp baş tacı ettiği ve bilimlerin temeli yaptığı “logic”, bu çok önemli pagan kavramından başka bir şey değildir.

Sophia: Hikmet, bilgelik (wisdom), dişil ilkedir. Logos ile birbirlerini tamamlarlar. Dört İncil’de adı geçmezken, İ.S. 5. Yüzyıl’da, yapılışından çok sonra Hagia Sophia olarak dönemin imparatoru II. Teodosius’un pagan eşi sayesinde bu ünlü mabede isim oldu. Ve giderek Hıristiyan dünyasında ve düşüncesinde yer etti. Muhtemelen sadece Hıristiyan dünyasında değil, İslam kültüründe de, diğer birtakım pagan unsurlar gibi, kendisine yer buldu. Tasavvuf’a isim teşkil eden kavram Sufi=Sophia olmuştur (sof’a, yün hırkaya bürünenler inancının aksine). Herhalde bu konu da başka bir yazının konusu olacak kadar uzundur.

Bütün bunlardan sonra şu formülasyonu yapmak da yanlış olmayacaktır sanırım: Ayasofya’da gördüğümüz deesis=üçlü, bir yanında Logos=eril unsur=Ay, diğer yanında Sophia=dişil unsur=Venüs bulunan paganların Güneş tanrısından başkası değildir!

Eklemek gerekir ki, ilk inşasından sonra yenilenen Ayasofya’nın bugünkü geometri temelli, Stoacı, pagan mabedi benzeri mimarisinden ve mimarından, dönemin ruhbanlarının şikayetçi oldukları biliniyor. Ama zaman, bu ruhbanların temennilerinin aksini getirdi, Doğu Roma’da kilise ve bazilika mimarisinin mihenk taşı Ayasofya oldu, bütün imparatorlukta bu mimari emsal teşkil etti. Küçük ama önemli bir not: Ayasofya inşa edildiğinde kiliseye değil, imparatora aitti!

Daldan dala konmak zorunda kalıyoruz, ama burada bir parantez daha açmam gerektiğini düşünüyorum. Yine farklı ve uzunca bir yazının konusu olacak bu durumu şimdilik kısa bir parantezle geçelim. Türk-İslam mabed mimarisinin şahikası, hiç şüphesiz Mimar Sinan’dır. Bilindiği gibi, ilham kaynağı eklektiktir, ordu mensubu iken gezip gördüğü Osmanlı imparatorluk coğrafyasında farklı kaynaklardan da beslenmiştir. Ancak onun da mimaride emsal tuttuğu prototipi Ayasofya olmuştur. İstanbul’u ve imparatorluğun dört bir köşesini süsleyen camilerimiz de bu Ayasofya’nın geometrik süslemelerle, Korint sütunları (minareler) ile, ters lale motifleriyle süslenmiş versiyonlarıdır.

Mimar Sinan’ın etnik kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte Ermeni olduğu sanılmakta, en azından bugün Ermenilerce sahiplenilmektedir (Aytunç Altındal’dan naklen; burada etnik kimliği önemli bulduğum için değil, belirleyici olabileceğini düşündüğüm için vurguluyorum). Mimar Sinan’ı sahiplenen diğer bir grup Masonlar’dır! Türk Mason Locası’nın süreli yayını onun adını taşımaktadır, buradan görülebilir. Aytunç Altındal, onu sahiplenen gruplara bir başkasını daha ekler: Amerika’daki ünlü Skull & Bones, Kurukafa Kemik teşkilatı! Altındal’ın iddiasına göre, mezarını açtığımız takdirde Sinan'ın kafatasını yerinde bulamayacağız…

Parantezi kapatıp toparlayalım…

Peki’ nasıl olmuştur da paganlarla bu kadar mücadele etmiş Hıristiyanlar şeriatlarını ve mabedlerini bunlarla doldurmuştur?

İşte bu da, Küçük Asya’nın “Anadolu” olmasının öyküsüdür!

Yukarıda belirttiğim gibi, imparatorluk, “Bizans oyunu” yaparak Hıristiyanlığı, imparatorluk topraklarının birliği için uygun bulup resmi din haline getirerek kullandı. Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki paganları bu yeni dine ısındırmak için onların aşina olduğu öğeler, muhtemelen Hıristiyanlık –ya da başka herhangi bir din- pek de umurunda olmayan yönetimce harmanlandı. Bu süreçte açıkça veya üstü örtülü şekilde Hıristiyanlaşan paganlar da eski dinlerini yaşamaya, ermiş kabul ettikleri ve kutsiyet atfettikleri Apollonius’u da yaşatmaya devam ettiler. 

Kuvvetle muhtemel, bugün varlığını sürdüren gizli okült teşkilatlar da bu pagan değerlerini bilinçli şekilde yaşatmaya devam ediyorlar.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Joker Cemaatinden: Savaşlar Yüzyılı ve Gazi Paşa


Savaş bazen kaçınılmazdır.
Savaş bazen insanlık onuru için gereklidir.
Savaş milletin savunması için yapıldığında kutsaldır.
Çokları farkında değil ama 20. Yüzyıl Şeytan’ın yüzyılı oldu. İnsanlık tarihi, belki bizim bilmediğimiz devirlerde doğal nedenlerle daha yüksek oranda ölüme tanık olmuştur, ancak 20. Yüzyıl’da insanlık, insanın kendi eliyle kendi cinsini acımasızca öldürmesine tanık oldu. Tarihin en acımasız yıkımları, savaşları, katliamları yaşandı. Dünyanın hemen her köşesi, -özellikle de Eski Dünya- bu trajedilerle yanıp kavruldu.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç çocuğunuz öldü mü?
Birinci Dünya Savaşı 8,5 milyon insanın doğrudan ölümüne sebebiyet verdi, yaralanan sivillerin 21 milyon civarında olduğu sanılıyor. Ayrıca savaş nedeniyle çıkan hastalık ve kıtlıklardan ötürü 20 milyona yakın insan öldü. İkinci Dünya Savaşı’nda 73 milyon kişi hayatını kaybetti, bunların 42 milyonu masum siviller, 6 milyona yakını soykırıma uğrayan Yahudiler idi. Sadece kapitalist – emperyalist arzular güdülerek işgaller gerçekleştirildi. Doğuştan belli bir ırka mensup olmaktan maada günahı olmayan insanlar genç – yaşlı, kadın - erkek demeden katledildi.
Bu yüzyıl toplu imha silahlarının yüzyılı oldu aynı zamanda. Sadece Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan atom bombası sonucu ölenlerin sayısı 350 bine ulaşıyor; insanlarda, çevrede ve belleklerde oluşan kalıcı zararları ölçmekse mümkün değil. Zaman içinde hâkim güçlerin karşılıklı anlaşması ile nükleer silahlarda tedrici olarak kısıtlama ve bırakışma yoluna gidildi. Buna rağmen şu an muhtelif ellerde bulunan nükleer silahların toplam imha gücü, 4,6 milyar yaşındaki dünyamızı iki kez yok edecek ölçüde.
İşte böyle bir yüzyıla, yıkılmakta olan bir imparatorluğun subayı olarak girdi Mustafa Kemal. Gençliği, imparatorluğun dört bir köşesindeki cephelere koşturmakla, isyanları bastırmakla geçti. Bütün bunların üzerine dedi ki: Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir. Yurtta barış, dünyada barış, dedi. Ve ülkenin –işgalci olup yurdundan henüz kovulmuş olan dâhil- bütün komşularıyla barış antlaşması yaptı.
O dönemde pek çok milletin hayal bile edemediği şeyi yaptı: Cumhuriyeti getirdi. Saltanatı ve halifeliği lağvetti. Gelişmiş ülkeler düzeyinin üzerine çıkmayı hedef olarak gösterdi. Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, dedi. Üniversiteler, eğitim kurumları açtı. Köylü üzerindeki vergi yükünü azalttı, onu milletin efendisi yaptı. Anayasadan başlayarak bütün hukuki metinlerin çağdaş normlara göre yeniden düzenlenmesini sağladı. Pek çok çağdaş devletten önce kadınlar seçme ve seçilme hakkını elde etti. Devlet mekanizmasına dini unsurların yön vermesinin yolu kapatıldı.
Düşmanlarından da, dostlarından da hep bir adım öndeydi. Dahiydi ve yalnızdı. İngiliz başbakanı Lloyd George, siyasi kariyerini bitiren rakibi ile ilgili olarak, yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dâhiyi bu yüzyılda Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal Paşa’ya yenildik, dedi.
Köhnemiş bir imparatorluğun küllerinden güçlü, saygın ve şerefli bir devlet kurdu. Bu genç devlet, dünyanın hâkimleriyle aynı masaya oturdu ve o masadan kazanımlarla, bağımsızlıkla ve gururla kalktı. Bu genç devlet, o imparatorluğun bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödedi.
Bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi atan bir avuç iskambil kağıdı içinde Joker’di o. Dışarıda kalıp bu vahşi oyunu seyretmedi, oyunun tam ortasına daldı ve kuralları yeniden koydu. Yepyeni savaş stratejileri, barışçıl, yepyeni bir siyaset ve medeniyet tanımı. Emperyalizmin de tanımı değişti. Uzun zaman önce kölelikten sömürgeciliğe dönmüş olan hâkimlerin dünya düzeni, kendisine yeni bir mecra bulmak zorunda kaldı. Milletine hayat, bağımsızlık, umut ve gelecek verdi, başka hiçbir devletin himayesine ihtiyaç duyulmaksızın. Devrimi Asya ülkelerinden Ortadoğu’ya, Güney Amerika’dan Afrika’ya kadar sömürülen pek çok millete umut ve cesaret verdi, bağımsızlık fitilini ateşledi.
Bugün değersiz birkaç papaz ve as onu rakı içmekle eleştiriyor.

22 Ocak 2012 Pazar

Joker Cemaatinden: Hızır


Orada, kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan bir ilim öğretmiştik. Mûsa ona dedi ki: "Sana öğretilenden bana da bir olgunluk/bir bilgi öğretmen şartıyla sana tâbi olayım mı?" Dedi: "Doğrusu sen benimle beraberliğe dayanamazsın. Havsalanın almadığı bir şeye nasıl dayanacaksın?" Mûsa dedi ki: "Allah dilerse beni sabırlı bulacaksın; hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim." Dedi: "Bak, eğer bana uyarsan, ben sana kendisinden bahis açıncaya değin hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" İkisi birlikte yola koyuldular. Bir süre sonra gemiye bindiklerinde, tuttu gemiyi deliverdi. Mûsa dedi: "İçindekileri boğmak için mi deldin onu? Vallahi korkunç bir iş yaptın!" Dedi: "Ben söylemedim mi, sen benimle beraberliğe asla dayanamazsın!" Mûsa dedi: "Unuttuğum için beni azarlama; bu yaptığımdan dolayı da bana zorluk çıkarma."  Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir oğlana rastgeldiler; tuttu onu öldürdü. Mûsa dedi: "Tertemiz bir insanı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün ha!? Vallahi çok kötü bir iş yaptın!" Dedi: "Ben sana söylemedim mi, sen benimle beraberliğe asla dayanamazsın." Mûsa dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Vallahi, öyle bir durumda benden ayrılmakta mazur sayılacaksın." Yine yola koyuldular. Biraz sonra bir kente geldiler. Kent halkından yemek istediler, ama onlar bu ikisini konuk etmekten çekindiler. Orada, yıkılmayı bekleyen bir duvara rastladılar; genç adam tuttu onu onardı. Mûsa "İsteseydin buna karşılık bir ücret elbette alırdın." dedi. Dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramın ayrılmasıdır. Şimdi sana, tahammül edemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. Gemiden başlayayım: O gemi, denizde işçilik yapan bir grup yoksulundu. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü biraz ötelerinde bir kral vardı; tüm gemilere zorla el koyuyordu. Oğlan çocuğa gelince: Onun anası-babası inanmış kişilerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Diledik ki, Rableri onlara o çocuktan temizlikçe daha üstün, merhametçe daha gelişmişini versin. Ve duvar. Duvar, o kentte yaşayan iki yetim oğlanındı. Altında, oğlanlara ait bir define vardı. Oğlanların babası da hayır ve barış seven bir kimse olarak yaşamıştı. Rabbin istedi ki, o çocuklar ergenliklerine ulaşsınlar da Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendi buyruğumun sonucu olarak yapmadım. İşte senin sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin içyüzü budur." (Kehf Suresi, 65-82)[1]
Kur’an’da adı geçmemekle birlikte, bu kıssanın Hızır’a ait olduğu kabul edilegeldi. Bu kabule göre Hızır Musa peygamberle konuştu, Musevi kaynaklarında aynı kıssa İlya ile haham Yeşua arasında geçer. Gılgamış destanında Utnapiştim’in maceraları Hızır’ınkiyle benzerlik gösterir. Yunan mitolojisindeki Glaukos (Yeşil), Hızır’ın (hadr=yeşil) neredeyse aynısıdır. Âb-ı Hayat’tan içtiği için ölümsüzlüğe erdi, bastığı yer yeşerir. Gayb bilgisine, sırra vakıftır.
Derken onu Zülkarneyn’in veziri olarak görürüz. Bir başka efsane, Büyük İskender’in Âb-ı Hayat’ı bulan aşçısı Andreas’ı aynı kimliğe bürür. İslam’da Cercis, Hıristiyanlıkta Aziz Georgios ve Musevilikte Elijah ile benzerlik gösterir. Tevrat’ta kıssası geçen İlyas veya Elyesa ile aynı kişi olduğu varsayıldığı gibi, neredeyse aynı işleri yaparlar. Bundan ötürü birlikte hareket ettikleri de düşünüldü, Hızır denizlerde, İlyas karada yardıma koşar. Anadolu kültüründeki Hıdrellez (Hızır-İlyas) bu inançtan başka bir şey değildir.
O belki bütün bu hikâye ve efsanelerdeki kişilerin halk tahayyülündeki karışımı, bir hayali süper kahraman, belki bir ölümsüz –veya çok uzun ömürlü bir fani-, belki de bir zaman gezginidir. Tarih boyunca o kadar çok karakter onunla karşılaştığını iddia etmiştir ki, Hızır’ın gerçekte var olduğu düşünülmüştür hep.
Tasavvuf düşüncesinde Hızır önemli bir yer tutar, mutasavvıflar için o mürşittir, öğreten adamdır. Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır’ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır. İbn-ül Arabi onunla görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini belirtir. Ahmed Yesevî de Hızır’la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğu­nu, otuz bir yaşında iken kendisine mey içirdiğini ve vücudundan Azâzîl’i kovduğunu söyler. Yunus Emre, Hızır’ın İlyas ile birlikte Âb-ı Hayat içerek ölümsüz­lüğe eriştiğini belirtir ve Hızır’ın sakalık yapacağından söz eder.
Hızır Âb-ı hayatı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlü­ğün sırrına ermiştir. Darda kalan insan­ların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. “Hızır gibi imdada yetişmek”, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” gibi de­yimler bu inançla ilgilidir. Hızır’ın hasta­lara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kim­ya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır… Gerçeklerle mitler, hayaller, destanlar birbirine karışmıştır onunla ilgili. İnsan mı, cin mi, melek mi, gerçekten var oldu mu, yüzyıllardır tartışılagelmiştir.


[1] Kur’an-ı Kerim Meali, Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Y., İst., 2000.

Joker Cemaati: İlk İnsan


Tevrat, Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olduğunu söyler. Kur’an bunu teyit eder; şöyle bir düşündüğümüzde, tebliğde bulunulacak bir kitle yoksa bir peygambere de ihtiyaç bulunmamalıdır. Kur’an’daki yaratılış menkıbeleri de bize, Âdem’in ilk “insan” olduğunu bildirir, ancak yalnız olmamalıdır. Acaba Kur’an’da, Âdem’e secde etmeleri emredilen cinler –ki Şeytan’ın da cinlerden olduğunu buradan öğreniriz- onun aralarına gönderildiği ilk kavim miydi? Kur’an’dan Âdem ile eşinin kovulduğunu öğrendiğimiz “cennet”, aslında bir “yeryüzü cenneti” olabilir mi? Âdem ve eşinden önce orada yaşayan canlılar… Tevrat bize, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva’dan bahsederken Kur’an, sadece bir “eş”in sözünü eder. Tevrat’ta yenilen yasak elma, Kur’an’da “tadı hoş bir meyve” olarak karşımıza çıkar. Tevrat bize Habil ile Kabil’i anlatırken Kur’an “Âdem’in iki oğlu”ndan söz eder. Ayrıca Tevrat’tan Âdem’in bin yıldan fazla yaşadığını öğreniriz. Tevrat Tekvin'de “o zamanlar dünyada Nefilim[1] vardı” der.

Her iki kitabı yan yana koyduktan sonra aklım bana onun ulûhi bir cennette değil dünyada bulunduğunu, üstelik bir peygamber olarak yalnız bulunmadığını, aklı olan farklı tipte canlıların arasına katıldığını söylüyor. Hepsinden farklı, üstün olarak… Düşünme yetisine sahip olarak… Gözümü yumduğumda hayal gücüm harekete geçiyor. Belki Âdem, homo sapiens sapiens olarak tanımlayabileceğimiz ilk insandı, dünyada Şeytan’ın da aralarında bulunduğu bir cinler topluluğu vardı, bir melekler topluluğu vardı; farklı tip ve karakterde, farklı yapıda, cüssede pek çok canlı vardı. Kendi aralarında düzen, kavimler arasında çatışma hâkimdi… Bugünkünden bambaşka düzen ve kuralların geçerli olduğu bu dünyada ilk gerçek insan, Âdem, müthiş bir yalnızlık hissetti. İskambil destesindeki Joker. Kendisine bir eş bahşedildi. Ve onlara bu dünyanın bir köşesinde, bütün bu çeşitlilik ve kargaşadan uzak yaşama ayrıcalığı bağışlandı.

Hikâyenin gerisini biliyoruz. Âdem’in çocukları, -muhtemelen kendi aralarında değil- dünyadaki benzerleriyle (mesela homo sapiensler veya neandertaller ile) ilişkiye girip bugünkü türün temelini oluşturdular. Dünyadaki çeşitlilik son buldu, Jokerler’in torunları dünyaya hâkim olurken iskambil kâğıtlarına dönüştüler.


[1] Çok büyük insanlar.

13 Ocak 2012 Cuma

Babil Fahişesi


Kur’an diyor ki:


Süleyman'ın mülk ve saltanatı konusunda onlar, şeytanların okuyup durduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfre sapmamıştı. Ancak şeytanlar küfre sapmıştı; insanlara büyüyü öğretiyorlardı. Ve Babil'de Hârût ve Mârût adlı iki melek/iki melik üzerine indirileni öğretiyorlardı. Oysa ki o iki melek, "Biz bir imtihan aracıyız, sakın küfre sapma!" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. İnsanlar onlardan erkekle eşinin arasını açacakları şeyi öğreniyorlardı. Ne var ki, onlar onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını açıkça bilmişlerdir. Öz benliklerini sattıkları şey ne kötüdür! Bir bilebilselerdi!  (Bakara, 102)


Kimi İslam müfekkirleri bu konuyu işlemişler, eski tarihsel söylenceleri de buna katarak hikayeleştirmişlerdir. Buna göre: 


"Allah Âdem'i yeryüzüne indirince, melekler ona Ey Tanrı! Oraya bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir varlığı neden koyuyorsun? Biz seni överek anıyor, kutsallaştırıp yüceltiyoruz, başka bir varlığa ne gerek var? Biz Ademoğulları’ndan daha çok boyun eğeriz sana' diyorlar. Allah da onlara 'Haydi öyle ise meleklerden ikisini seçin de yeryüzüne indirelim, bakalım nasıl davranacaklar?" diyor. Melekler Harut-Marut adlı iki meleği seçip yeryüzüne indirtiyorlar. Allah onları sınamak için karşılarına Zühre adlı çok güzel bir kadın çıkartıyor. Melekler kendilerine verilen –insani- şehvet duygusu ile, onunla yatmak istiyorlar. Kadın, başka Tanrıların varlığını kabul ederlerse onlarla yatabileceğini söylüyor. Melekler kabul etmiyor. Kadın tekrar bir çocukla geliyor ve çocuğu öldürürlerse yatarım sizinle diyor. Melekler 'yapamayız' diyorlar. Üçüncü kez şarapla gelen kadın onlara şarabı içirtip istediklerinin hepsini yaptırtıyor. Meleklerden İsmi Azam’ı öğrenip bunun gücüyle göğe ağıyor. Gökte bir yıldız oluyor.


Böylece Allah, meleklerin de yeryüzünde insanlar gibi olacağını onlara kanıtlamış oluyor. Bu olay üzerine meleklere dünyada mı, ahirette mi ceza görmek istediklerini sorar. Onlar dünyayı yeğlerler. O zaman Babil’de bir çukura baş aşağı asılırlar. O durumda insanlara büyüyü öğretirler.


İşte gökte yıldız olan Zühre veya kültürlere ve kadim dinlere göre değişen diğer adlarıyla Venüs, Afrodit, Astarte (Tevrat’ta Hz. Süleyman’ın aşık olduğu rivayet edilen Saydalı), İştar (ki batı dillerindeki star, stern bu iki isimden gelir) böyle bir geçmişe sahiptir.


Muazzez İlmiye Çığ, Harut ve Marut üzerine yaptığı incelemesinde bütün bunları, hepsinden eski olan Sümerler’in aşk tanrıçası İnanna’ya ve onun aşıkları olan çobanların ve çiftçilerin tanrıları Dumuzi ile Enkidu’ya indirger. Bunların Sümer kaynaklarında anlatılan rivayetlerinin diğerlerine kaynak teşkil ettiğini düşünür.


Masonik öğreti, çıkış kaynağı çok eski olan bu Babil Fahişesi’ni sembolleştirir. İllüminati gibi Masonik yapının çatısı altında toplanmış diğer öğreti ve teşkilatlarda da aynı şekilde benimsenir. Özellikle Rönesans hareketi ile ivme kaydeden Batı sanatı bu karakteri aşk –ve seks- sembolü olarak kutsar. Müthiş bir semboller koleksiyonuna sahip olan masonik öğreti, Babil Fahişesi’ni beş köşeli yıldızda (kusursuz güzelliğin sembolü olan fi sayısı ile ölçeklendirilmiş yıldız, adını İştar, Astarte’den almış star ikonu) ve Hz. İsa’nın evlendiğine inandıkları eşi Mecdelli Meryem’de (Maria Magdelena, kutsal kase ikonu) sembolleştirmişlerdir. Modern çağın moda, müzik ve medya ikonları, bu sembolün kişileştirilmiş halidir (Marilyn Monroe – MM, Madonna gibi…).


Boticelli, Venüs'ün Doğuşu.

Paul Delvaux, Uyuyan Venüs.

Agnolo Bronzino, Venüs ve Cupido Alegorisi. Venüs figürlerinin ellerinde tuttuğu altın küre veya portakallar cinselliği sembolize eder.

Kyle Minogue, bir konserden görüntü.

Bir Lady Gaga illüstrasyonu.


Büyü sanatı, bütün bu okült öğretilerin temelini teşkil eder. Babil’e ve giderek Hz. Süleyman’a dayandırdıkları ve sahiplendikleri büyüyle ve isnat ettikleri ile ilgili olarak Kur’an insanları uyarıyor ve kendisine isnat edilen kötülüklere karşı Hz. Süleyman’ı sahipleniyor.


Muhtemeldir ki, Yahudiler’in meşhur Babil sürgünü, Eski Ahit’e kadar giren ilaveler ile birlikte (Süleyman’ın Meselleri, Neşideler Neşidesi gibi) bugünkü okült öğretilere kaynak teşkil eden bu tür menkıbe/ inanış/ sembollerin çıkış noktası olmuş ve Yahudi kavmi ile birlikte günümüze kadar gelmiştir.


Kaynaklar:
- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Meali, Yeni Boyut Y.
- Muazzezilmiyecig.blogspot.com

1 Ocak 2012 Pazar

Çemberleri Kapatmak… Paulo Coelho’dan Yeni Yıl Yazısı…


Bir insan her zaman sahnenin bittiğinin, perdenin indiğinin farkında olmalı. Gereken zamandan daha uzun kalmak için ısrar ederdeniz, mutluluğu ve oynamamız gereken diğer sahnelerin anlamını yitiririz.
Çemberleri tamamlamak, kapıları kapatmak, bölümleri sona erdirmek – ne isim verirseniz verin; önemli olan yaşamda bitmiş olan anları arkada bırakabilmektir.
İşinizi mi kaybettiniz? İlişkiniz sona mı eriyor? Ailenizin evinden mi ayrıldınız? Yurtdışına yaşamaya mı gittiniz? Uzun süren bir dostluk aniden bitti mi? Bunun neden olduğunu düşünerek uzun zaman geçirmek mümkün.
Kendinize yaşamınızda bu denli önemli ve büyük yer tutan şeylerin bir parmak şıklatması süresinde toza dönüşmesinin nedenlerini anlamadan yaşamınızda bir adım daha atmayacağınızı söyleyebilirsiniz. Ama bu yaklaşım, yaşamınızı paylaşan herkes için dehşetli biçimde stresli olacaktır : ebeveynleriniz, eşiniz, dostlarınız, çocuklarınız, kardeşiniz.
Herkes kitabın bölümlerini kapar, yeni sayfaları açar, yaşamına devam ederken sizi durağan bir biçimde görmek hepsini kötü hissettirecektir.
Şeyler olur ve geçer, ve bazen elimizden gelen en iyi şey onların gitmesine izin vermektir.
Bu yüzden, ne kadar acı da verse, hatıralardan arınmak bazen iyidir, küçük şeyleri yok etmek, eşyaları yetimhanelere bağışlamak, kitaplarınızı satmak ya da ödünç vermek.
Bu dünyada görünür olan herşey, aslında görünmeyen dünyanın ifadesidir, yüreklerimizde yer alan şeylerin bir izdüşümü.. -Ve hatıralardan arınmak, bazen yeni hatıralar için yüreklerimizde yer açmak anlamına gelir.
Bırakın gitsinler. Azat edin onları. Arının onlardan.
Kimse hayatı işaretli iskambil kağıtları ile oynamaz, yani bazen kazanır ve bazen de kaybederiz. Geri dönüş beklemeyin her zaman, emeklerinizin takdir edilmesini, dehanızın keşfedilmenizi, aşkınızın anlaşılmasını.
Kendi duygusal televizyonunuzda aynı kanalı izlemeyi bırakın. Bir kayıptan ne kadar acı çektiğinizi gösteren o programı artık izlemeyin. O sizi sadece zehirliyor, başka bir şey değil.
Hiçbir şey, kırık aşk öykülerini kabul etmekten daha tehlikeli değildir hayatta; başlama tarihi olmayan söz verilmiş işlerden veya sizi “ideal zamanı” beklemeye sürekli mecbur eden kararlardan.
Yeni bir fasikül açılmadan, önceki bitirilmelidir: Kendinize geçmiş olanın tekrar geri gelmeyeceğini söyleyin kendinize.
Bir zamanlar o şey veya o kişi olmaksızın yaşayabildiğinizi hatırlatın – hiçbir şey yeri doldurulamaz değildir; bir alışkanlık bir ihtiyaç değildir.
Bu çok belirgin görülebilir, hatta zor olabilir, ancak çok önemlidir.
Çemberleri kapatmak. Gururunuz nedeniyle, yoksunluğunuz veya öfkeniz nedeniyle değil, artık ona hayatınızda yer kalmadığı için.
Kapıyı kapatın, müziği değiştirin, evi temizleyip tozu silkeleyin.
Eskiden olduğunuz kişi olmayı bırakın, ve şimdi olduğunuz kişiye dönüşün.
Mutlu Yıllar.
Paulo

(Çeviri: Utku Kaynar)