Joker Cemaati


Ölümsüzlük Efsanesi ve Saint-Germain Kontu

Elli yaşından fazla göstermeyen, sade giyimli ve asilzade görünüşlü biri idi, Papini’nin kahramanı Gog onunla bir gemi yolculuğunda karşılaştığında. Gog hep ilginç kişiliklerle karşılaşmıştır, ancak Saint-Germain Kontu’nun ayrı bir yeri olsa gerek. Tanıştıklarında Kont beş yüz yaşından henüz birkaç ay almıştır ve anlattığına göre bu kısacık ömre Kristof Kolomb’u, Luther’i, Napoleon’u, IV. Louis’yi, Bismark’ı, Leonardo da Vinci’yi, Beethoven’ı, Michelangelo’yu ve Goethe’yi sığdırmayı başarmıştır.
Gog sorar, o yanıtlar. Yalnızca uzun ömürlüdür, ölümsüz değil… Doğduğuna göre, birgün ölmesi kaçınılmazdır… Zamanın göreceliği düşünülürse, yetmiş yaşında ölmekle yedi yüz yaşında ölmek arasında pek büyük bir fark yoktur.
Bize ölümsüzler, uzun ömürlüler -veya onların ölümlüler ağzındaki hikâyeleri hakkında bilgi verir. En eskilerinden en yenilerine kadar, dünyanın her memleketinde, bazı insanların ölmediği fakat “kaldırılmış” olduğu, yani kaybolup cesetlerinin bulunmadığı hakkında, pek zayıf da olsa bir inanç vardır. Bunlar gizliden gizliye yaşamaya devam ederler ve mutlaka, şu ya da bu vakit kalkmak üzere uykudadırlar… Salzburg’da uyku halinde bulunan Charlemagne’in, Kyffhauser’deki Barbaros Frederik’in, Sudermerberg’de yatan Kuşçu Henri’nin, Nepal’de kaybolan Nana Sahib’in, Yahudi Hanok’un, Babilli Asisatras’ın, savaşta kaybolan Kartacalı Amilkar’ın, öldüğü sanılan tarihten sonra birkaç kez görülen Neron’un, Tiyanalı Apollonius’un hikâyelerini hatırlatır. Bunlara Kral Artus’u, Teodorik’i, Holger Danske’yi, Marko Karaljeviç’i ve diğerlerini ekler.
Eğer bütün insanlar bu kadar uzun yaşamak yeteneğine sahip olsalardı hayat katlanılmaz hale gelirdi. Fakat zaman zaman, bir tane böylesi bulunmak lazımdır, biz, bir bakıma, geçici’nin duran şahitleriyiz.
İki asır sonra zavallı ölmezler tedavisi imkânsız bir can sıkıntısına tutuluyorlar. Dünya tekdüze, insanlar bir şey öğrenmek istemiyorlar ve her nesilde aynı hatalara, aynı facialara düşüyorlar.
Dünyanın benim için gizli bir tarafı yok ve insanlardan ümidimi kestim. Hamlet’in sözleriyle Gog’a veda ediyor: İnsan bana hiç zevk vermiyor. Hayır ve hatta kadın dahi.
Onu bir süre sonra Foucault Sarkacı’nda, Umberto Eco’nun kaleminde görüyoruz.


Sidarta

Hükümdarın oğlu olarak doğar, büyür. Işıltılı, altın rengi bir hayatın içinden süzülüp şehirde dolaşırken, şehirdeki sefalete tanık olur ve kendi yaşadığının gerçek hayat olmadığına kanaat getirir ve bu oyunda daha fazla oynamamaya karar verir. Bu meş’um uykudan “Buda”[1] olarak uyanır ve kendisini oyuna kaptıranlardan sıyrılarak hiçbir şeye bağlı olmamayı seçer. Yolu artık saffeti, masumiyeti, mükemmelliği arayışın yolu olur.
Tek başına çıktığı çile dolu yolculuğun sonunda, kendisini dünyanın en büyük dinlerinden birinin tanrısı olarak bulur.
Bin yıllar önce bütün unvanlarından sıyrılıp bilgeliğin, arınmışlığın, gerçek hayatın ve mutluluğun yoluna yanız başına çıkmış olan bu adam bugün hâlâ müritlerine, bizlere, bütün dünyaya bakıp muzipçe gülümser.



[1] Budh, Sanskritçede uyanmış, demek.


Sakallı Celal


- -          Niçin sakal bırakıyorsunuz?
- -          Kendiliğinden çıkıyor. Ben size niçin kesiyorsunuz diye sorsam, makul bir cevap verebilir misiniz?

Bugün “anonim” diye andığımız pek çok sözün ve deyişin müellifi, layıkıyla makam-mevki görmeden yaşamış ama herkesçe tanınıp sevilmiş, sükût ve tevazu içinde ama “aslanlar gibi” bu fani destemizi terk edip jokerler diyarına göçmüştür.
Babası bahriye nazırı, varlıklı bir insandı. Galatasaray Sultanisi’nde, Tevfik Fikret’in talebesi olarak okudu. “Paşa hanımı” annesiyle yıldızı hiç barışmadı, makam faytonunda arabacı askerin yanına oturup annesini utandırdı.
Haldun Taner’den:
Ankara Vapuru’nun ünlü süvarisi Şefik Kaptan bana ön güvertede halatları saran sakallı bir çımacının kendisine Lamartin'in 'Le Lac' şiirini ezbere okuduğunu anlatmıştı. Bu kadar güzel Fransızca bilen bu çımacıyı o güne kadar hiç görmediği için baş çarkçıya sormuş, o da bu sakallı zatın İstanbul'dan İzmir'e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık (etmek) istediğini anlatmıştı. Celal Bey'in, istese bu kadarcık parayı dostlarından borç alması işten değildi. Ama öyle esmiş, öyle yapmıştı. Böyle oyunlara bayılırdı."
Ahmet Emin Yalman’dan:
“…İstanbul'da rahat bir hayat geçirmek elindeyken, öğretmen sıfatıyla taşralarda memlekete hizmeti tercih etmiş, Fransızca öğretmeni olarak Üsküp'e yollanmıştır. Orada kendi kesesinden bir futbol meydanı ve ekibi oluşturunca, yobazlar kendisini tekfir etmişlerdir. Maarif Nezareti kendisini azletmek suretiyle cezalandırmış ve ancak böylece yobazların elinden zor kurtarmıştır. Daha sonra atandığı, Kastamonu Lisesi'nde öğretmenken taassuba karşı mücadelesi yüzünden hapse atılmıştır.”
Fikret Âdil’den:
“...Bir ‘paşazâde’ olduğu halde bu sıfatın getirdiği kolay hayattan uzak kalarak edindiği bilgileri ve ideallerini memleket çocuklarına iletmek için Üsküp’lere, Kastamonu’lara gitti. Çevresini saran gericilerle savaştı. Cumhuriyet’in ilânında O’nu Ankara Lisesi Müdürü olarak görüyoruz. Liselere ilk kadın öğretmen onun aracılığıyla atandı. Karşısına O’nu mağlup eden ‘mevzuat hazretleri’ ve anlayışsızlıklar çıkınca Celâl Bey, kafası ile çalışıp hizmet edemediği memleketine elleriyle yardıma karar verdi; amelelik, lostromoluk etti. Bu aynı zamanda, Onun cemiyete düpedüz ‘yuf’ çekişiydi..”
Vâlâ Nurettin’den:
“... Ona "sende bu kadar meziyet varken ve değersiz insanlar bile hayatta muvaffak olurken sen niçin suyun yüzünde kalamayıp boğuluyorsun?" diye sormuşlar. "Anlatayım" demiş. "Bir köpeği suya atsanız, tıpkı yürür gibi hareketler yaparak yüzer, boğulmaz, selamete ulaşır. Zira vücudunun yapısı buna göredir. Ağzı, burnu denizaltı kulesi tarzındadır. İnsanoğluna gelince. Vücut yapıları köpeğinki gibi olmadığından ve alıştıkları yürüme hareketiyle yüzemediklerinden, su yüzünde kalabilmeleri hususi bir talimi gerektirir. Nice köpekler selamet sahiline yüzerken lüzumlu talimi ve terbiyeyi almayan bir insan olarak ben dalgalarda boğuluyorum..."
Burhan Felek’ten:
“…Celâl Bey’i ilk önce 1911 yılında Taksim Tâlimhane Meydanı’nda güreş müsabakalarında görmüştüm. Zaman zaman rastlaşır, Türk felsefesinin mizah bölümüne geçmesi gereken sözlerini dinleyerek keyiflenirdik. Batı’da olsa bu adamın her sözü bir fıkra olurdu... O, zamanından evvel doğmuş bir hür düşünür’dü. Pek az kimsenin anlayabildiği... fikir, irfan, medeniyet ve terbiye namına çırpındı durdu. Sonra, erken doğduğunu anladı, işi filozofluğa vurdu. Hayatı; bütün ağırlığı, haksızlığı, pisliği ile –iğrenerek- kabul etti. Sakallı Celâl muradına erememiş fakat kemâline ermiş bir adamdı... Böyle insanlar bizde az yetişiyor. Hayatında kadrini/kıymetini bilmiyor, takdir etmiyoruz. Öldükten sonra da, işte böyle birkaç satırla hâtırasını yâda uğraşıyoruz. Vaktinde ve hatta yerinde doğmamış insanların sonu maalesef hep böyle oluyor...”
Vedat Nedim Tör’den:
“...En gerçek anlamıyla bir ‘toplum insanı’ydı ama ah, o bizim kalite yamyamı, nankör toplumumuz, O’nun kadrini/kıymetini bilmedi. ... atıverdi içinden Onu. Çünkü O inandığından şaşmayan, düşündüğünü dobra dobra söyleyendi. Dünya nimetleri uğruna beynini satmaz, eğilip bükülmez, el-etek öpmezdi. Bunun için âmirleri Ondan korktu, Onu hiç sevmedi, içlerinden attı. Oysa ki O, bu topraklara, bu insanlara ... hele de gençlere âşıktı. ... Bıraksalar, Kemalist ruhlu, idealist gençlik orduları yetiştirecekti. Ondan hep, inanmadığı, yapamayacağı ve yapılmaması gereken işler istediler... En sonunda bir ‘incir tütsüleme istasyonu’nda sinsi bir gazdan tüm sinir sistemi bozulunca, artık hiç çalışamaz, bir işe yaramaz olduğuna inandı ve büsbütün içine kapandı...”
“...İnsanlardan kaçar olmuştu. Yalnız birkaç seçme dostu vardı ki onları ‘can kardeşi’ bilir ‘bir çorbalarını içmek için’ evlerine giderdi. Onun bu ‘çorba sohbetleri’ dillere destan esprilerle dolup taşardı...”
“...Rasyonel/akılcı/nedensel-gerçekçi düşünceye âşıktı. Beyni bir matematiksel kesinlikli gerçeklerin aydınlığı içinde çalışırdı. Kara taassubun can-düşmanı idi. ...”
“...Yalnızlığı Onun kadar mutlak ve muhteşem bir mükemmeliyete götüren bir başkasını tanımıyorum. O, yalnızlığın ve yalnızların ‘pîri’ idi...”
Hocası Tevfik Fikret’in “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin” dizesine sadık kaldı, soyadını Yalınız olarak tescil ettirdi.


Cuha


Halife Mansur devrinde Kûfe’de yaşamış olan bu karakterin fıkraları bütün Arap coğrafyasında ve giderek Arap egemenliğinin eriştiği Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya’da anlatılır oldu. Adı İran’da Guha, Malta’da Gahan, Fas’ta Gha, İspanya’da Goha, Sicilya’da Giufa olarak anıldı.

Fıkralarının anlatıldığı her yerde farklı bir karaktere büründü: bir yerde köyün delisi, bir yerde kabadayı, bir yerde zavallı bir şeytan oldu. Bazen saf salak, bazen cingöz mü cingöz, ama hep üste çıkmayı başaran ve okuyanları gülmekten çatlatan bir tipti. Sicilyalı yazar Fransesca Maria Corrao, onunla ilgili kaleme aldığı araştırmasının adını “Giufa – Şakacı, Aptal, Bilge” koydu ki en doğru tanımlama bu olsa gerek.
Pek çok yazar ve düşünüre ilham kaynağı oldu. Ünlü İtalyan yazar Italo Calvino için Giufa, Arap kökenli atası gibi zaman ve mekândaki bir görüntüdür. İçinde genel ve evrensel anlamda her türlü aptallık vardır ve anlatıcısına olduğu kadar dinleyicisine de Ahmaklar Devleti’nde aptalların varlığını kanıtlamaya çalışır. Her şeye karşın, Giufa tiplemesinde yalnızca ahmaklık yoktur Calvino’ya göre. Giufa, yasayla ya da kurallarla sınırlanan her şeyin dışında davranan, her türlü kuralı yıkan, her şeyin tersini yapan, kurallara ve yasaya zıt giden ve böylelikle yalnızca aptalların erişebileceği özgürlüğü, doğal gerçekliği yansıtabilen ve bütün bunları vurgulamaya çalışan bir tiptir onun için. 


İlk İnsan

Tevrat, Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olduğunu söyler. Kur’an bunu teyit eder; şöyle bir düşündüğümüzde, tebliğde bulunulacak bir kitle yoksa bir peygambere de ihtiyaç bulunmamalıdır. Kur’an’daki yaratılış menkıbeleri de bize, Âdem’in ilk “insan” olduğunu bildirir, ancak yalnız olmamalıdır. Acaba Kur’an’da, Âdem’e secde etmeleri emredilen cinler –ki Şeytan’ın da cinlerden olduğunu buradan öğreniriz- onun aralarına gönderildiği ilk kavim miydi? Kur’an’dan Âdem ile eşinin kovulduğunu öğrendiğimiz “cennet”, aslında bir “yeryüzü cenneti” olabilir mi? Âdem ve eşinden önce orada yaşayan canlılar… Tevrat bize, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva’dan bahsederken Kur’an, sadece bir “eş”in sözünü eder. Tevrat’ta yenilen yasak elma, Kur’an’da “tadı hoş bir meyve” olarak karşımıza çıkar. Tevrat bize Habil ile Kabil’i anlatırken Kur’an “Âdem’in iki oğlu”ndan söz eder. Ayrıca Tevrat’tan Âdem’in bin yıldan fazla yaşadığını öğreniriz. Tevrat Tekvin'de “o zamanlar dünyada Nefilim[1] vardı” der.

Her iki kitabı yan yana koyduktan sonra aklım bana onun ulûhi bir cennette değil dünyada bulunduğunu, üstelik bir peygamber olarak yalnız bulunmadığını, aklı olan farklı tipte canlıların arasına katıldığını söylüyor. Hepsinden farklı, üstün olarak… Düşünme yetisine sahip olarak… Gözümü yumduğumda hayal gücüm harekete geçiyor. Belki Âdem, homo sapiens sapiens olarak tanımlayabileceğimiz ilk insandı, dünyada Şeytan’ın da aralarında bulunduğu bir cinler topluluğu vardı, bir melekler topluluğu vardı; farklı tip ve karakterde, farklı yapıda, cüssede pek çok canlı vardı. Kendi aralarında düzen, kavimler arasında çatışma hâkimdi… Bugünkünden bambaşka düzen ve kuralların geçerli olduğu bu dünyada ilk gerçek insan, Âdem, müthiş bir yalnızlık hissetti. İskambil destesindeki Joker. Kendisine bir eş bahşedildi. Ve onlara bu dünyanın bir köşesinde, bütün bu çeşitlilik ve kargaşadan uzak yaşama ayrıcalığı bağışlandı.


Hikâyenin gerisini biliyoruz. Âdem’in çocukları, -muhtemelen kendi aralarında değil- dünyadaki benzerleriyle (mesela homo sapiensler veya neandertaller ile) ilişkiye girip bugünkü türün temelini oluşturdular. Dünyadaki çeşitlilik son buldu, Jokerler’in torunları dünyaya hâkim olurken iskambil kâğıtlarına dönüştüler.



[1] Çok büyük insanlar.


Hızır


Orada, kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan bir ilim öğretmiştik. Mûsa ona dedi ki: "Sana öğretilenden bana da bir olgunluk/bir bilgi öğretmen şartıyla sana tâbi olayım mı?" Dedi: "Doğrusu sen benimle beraberliğe dayanamazsın. Havsalanın almadığı bir şeye nasıl dayanacaksın?" Mûsa dedi ki: "Allah dilerse beni sabırlı bulacaksın; hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim." Dedi: "Bak, eğer bana uyarsan, ben sana kendisinden bahis açıncaya değin hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" İkisi birlikte yola koyuldular. Bir süre sonra gemiye bindiklerinde, tuttu gemiyi deliverdi. Mûsa dedi: "İçindekileri boğmak için mi deldin onu? Vallahi korkunç bir iş yaptın!" Dedi: "Ben söylemedim mi, sen benimle beraberliğe asla dayanamazsın!" Mûsa dedi: "Unuttuğum için beni azarlama; bu yaptığımdan dolayı da bana zorluk çıkarma."  Yine yola koyuldular. Bir süre sonra bir oğlana rastgeldiler; tuttu onu öldürdü. Mûsa dedi: "Tertemiz bir insanı, bir cana karşılık olmaksızın öldürdün ha!? Vallahi çok kötü bir iş yaptın!" Dedi: "Ben sana söylemedim mi, sen benimle beraberliğe asla dayanamazsın." Mûsa dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Vallahi, öyle bir durumda benden ayrılmakta mazur sayılacaksın." Yine yola koyuldular. Biraz sonra bir kente geldiler. Kent halkından yemek istediler, ama onlar bu ikisini konuk etmekten çekindiler. Orada, yıkılmayı bekleyen bir duvara rastladılar; genç adam tuttu onu onardı. Mûsa "İsteseydin buna karşılık bir ücret elbette alırdın." dedi. Dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramın ayrılmasıdır. Şimdi sana, tahammül edemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. Gemiden başlayayım: O gemi, denizde işçilik yapan bir grup yoksulundu. Ben onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü biraz ötelerinde bir kral vardı; tüm gemilere zorla el koyuyordu. Oğlan çocuğa gelince: Onun anası-babası inanmış kişilerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk. Diledik ki, Rableri onlara o çocuktan temizlikçe daha üstün, merhametçe daha gelişmişini versin. Ve duvar. Duvar, o kentte yaşayan iki yetim oğlanındı. Altında, oğlanlara ait bir define vardı. Oğlanların babası da hayır ve barış seven bir kimse olarak yaşamıştı. Rabbin istedi ki, o çocuklar ergenliklerine ulaşsınlar da Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendi buyruğumun sonucu olarak yapmadım. İşte senin sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin içyüzü budur." (Kehf Suresi, 65-82)[1]
Kur’an’da adı geçmemekle birlikte, bu kıssanın Hızır’a ait olduğu kabul edilegeldi. Bu kabule göre Hızır Musa peygamberle konuştu, Musevi kaynaklarında aynı kıssa İlya ile haham Yeşua arasında geçer. Gılgamış destanında Utnapiştim’in maceraları Hızır’ınkiyle benzerlik gösterir. Yunan mitolojisindeki Glaukos (Yeşil), Hızır’ın (hadr=yeşil) neredeyse aynısıdır. Âb-ı Hayat’tan içtiği için ölümsüzlüğe erdi, bastığı yer yeşerir. Gayb bilgisine, sırra vakıftır.
Derken onu Zülkarneyn’in veziri olarak görürüz. Bir başka efsane, Büyük İskender’in Âb-ı Hayat’ı bulan aşçısı Andreas’ı aynı kimliğe bürür. İslam’da Cercis, Hıristiyanlıkta Aziz Georgios ve Musevilikte Elijah ile benzerlik gösterir. Tevrat’ta kıssası geçen İlyas veya Elyesa ile aynı kişi olduğu varsayıldığı gibi, neredeyse aynı işleri yaparlar. Bundan ötürü birlikte hareket ettikleri de düşünüldü, Hızır denizlerde, İlyas karada yardıma koşar. Anadolu kültüründeki Hıdrellez (Hızır-İlyas) bu inançtan başka bir şey değildir.
O belki bütün bu hikâye ve efsanelerdeki kişilerin halk tahayyülündeki karışımı, bir hayali süper kahraman, belki bir ölümsüz –veya çok uzun ömürlü bir fani-, belki de bir zaman gezginidir. Tarih boyunca o kadar çok karakter onunla karşılaştığını iddia etmiştir ki, Hızır’ın gerçekte var olduğu düşünülmüştür hep.
Tasavvuf düşüncesinde Hızır önemli bir yer tutar, mutasavvıflar için o mürşittir, öğreten adamdır. Ahmed Yesevî, Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den başlayarak hemen bütün mutasavvıf şairler Hızır’ı mürşid-i kâmil olarak yorumlamışlardır. İbn-ül Arabi onunla görüştüğünü ve ondan hırka giydiğini belirtir. Ahmed Yesevî de Hızır’la görüştüğünü, onun kendisine yardım edip elinden tuttuğu­nu, otuz bir yaşında iken kendisine mey içirdiğini ve vücudundan Azâzîl’i kovduğunu söyler. Yunus Emre, Hızır’ın İlyas ile birlikte Âb-ı Hayat içerek ölümsüz­lüğe eriştiğini belirtir ve Hızır’ın sakalık yapacağından söz eder.
Hızır Âb-ı hayatı bulmuş, bu sudan içmiş ve ölümsüzlü­ğün sırrına ermiştir. Darda kalan insan­ların imdadına yetişerek onları sıkıntıdan kurtarır. “Hızır gibi imdada yetişmek”, “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” gibi de­yimler bu inançla ilgilidir. Hızır’ın hasta­lara şifa verdiğine de inanılır. Ayrıca kim­ya ilmine vâkıftır ve defineler hakkında bilgisi vardır… Gerçeklerle mitler, hayaller, destanlar birbirine karışmıştır onunla ilgili. İnsan mı, cin mi, melek mi, gerçekten var oldu mu, yüzyıllardır tartışılagelmiştir.



[1] Kur’an-ı Kerim Meali, Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Y., İst., 2000.


Savaşlar Yüzyılı ve Gazi Paşa

Savaş bazen kaçınılmazdır.

Savaş bazen insanlık onuru için gereklidir.

Savaş milletin savunması için yapıldığında kutsaldır.

Çokları farkında değil ama 20. Yüzyıl Şeytan’ın yüzyılı oldu. İnsanlık tarihi, belki bizim bilmediğimiz devirlerde doğal nedenlerle daha yüksek oranda ölüme tanık olmuştur, ancak 20. Yüzyıl’da insanlık, insanın kendi eliyle kendi cinsini acımasızca öldürmesine tanık oldu. Tarihin en acımasız yıkımları, savaşları, katliamları yaşandı. Dünyanın hemen her köşesi, -özellikle de Eski Dünya- bu trajedilerle yanıp kavruldu.

Sizin hiç babanız öldü mü?

Sizin hiç çocuğunuz öldü mü?

Birinci Dünya Savaşı 8,5 milyon insanın doğrudan ölümüne sebebiyet verdi, yaralanan sivillerin 21 milyon civarında olduğu sanılıyor. Ayrıca savaş nedeniyle çıkan hastalık ve kıtlıklardan ötürü 20 milyona yakın insan öldü. İkinci Dünya Savaşı’nda 73 milyon kişi hayatını kaybetti, bunların 42 milyonu masum siviller, 6 milyona yakını soykırıma uğrayan Yahudiler idi. Sadece kapitalist – emperyalist arzular güdülerek işgaller gerçekleştirildi. Doğuştan belli bir ırka mensup olmaktan maada günahı olmayan insanlar genç – yaşlı, kadın - erkek demeden katledildi.

Bu yüzyıl toplu imha silahlarının yüzyılı oldu aynı zamanda. Sadece Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan atom bombası sonucu ölenlerin sayısı 350 bine ulaşıyor; insanlarda, çevrede ve belleklerde oluşan kalıcı zararları ölçmekse mümkün değil. Zaman içinde hâkim güçlerin karşılıklı anlaşması ile nükleer silahlarda tedrici olarak kısıtlama ve bırakışma yoluna gidildi. Buna rağmen şu an muhtelif ellerde bulunan nükleer silahların toplam imha gücü, 4,6 milyar yaşındaki dünyamızı iki kez yok edecek ölçüde.

İşte böyle bir yüzyıla, yıkılmakta olan bir imparatorluğun subayı olarak girdi Mustafa Kemal. Gençliği, imparatorluğun dört bir köşesindeki cephelere koşturmakla, isyanları bastırmakla geçti. Bütün bunların üzerine dedi ki: Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir. Yurtta barış, dünyada barış, dedi. Ve ülkenin –işgalci olup yurdundan henüz kovulmuş olan dâhil- bütün komşularıyla barış antlaşması yaptı.

O dönemde pek çok milletin hayal bile edemediği şeyi yaptı: Cumhuriyeti getirdi. Saltanatı ve halifeliği lağvetti. Gelişmiş ülkeler düzeyinin üzerine çıkmayı hedef olarak gösterdi. Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, dedi. Üniversiteler, eğitim kurumları açtı. Köylü üzerindeki vergi yükünü azalttı, onu milletin efendisi yaptı. Anayasadan başlayarak bütün hukuki metinlerin çağdaş normlara göre yeniden düzenlenmesini sağladı. Pek çok çağdaş devletten önce kadınlar seçme ve seçilme hakkını elde etti. Devlet mekanizmasına dini unsurların yön vermesinin yolu kapatıldı.

Düşmanlarından da, dostlarından da hep bir adım öndeydi. Dahiydi ve yalnızdı. İngiliz başbakanı Lloyd George, siyasi kariyerini bitiren rakibi ile ilgili olarak, yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dâhiyi bu yüzyılda Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal Paşa’ya yenildik, dedi.

Köhnemiş bir imparatorluğun küllerinden güçlü, saygın ve şerefli bir devlet kurdu. Bu genç devlet, dünyanın hâkimleriyle aynı masaya oturdu ve o masadan kazanımlarla, bağımsızlıkla ve gururla kalktı. Bu genç devlet, o imparatorluğun bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödedi.

Bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi atan bir avuç iskambil kağıdı içinde Joker’di o. Dışarıda kalıp bu vahşi oyunu seyretmedi, oyunun tam ortasına daldı ve kuralları yeniden koydu. Yepyeni savaş stratejileri, barışçıl, yepyeni bir siyaset ve medeniyet tanımı. Emperyalizmin de tanımı değişti. Uzun zaman önce kölelikten sömürgeciliğe dönmüş olan hâkimlerin dünya düzeni, kendisine yeni bir mecra bulmak zorunda kaldı. Milletine hayat, bağımsızlık, umut ve gelecek verdi, başka hiçbir devletin himayesine ihtiyaç duyulmaksızın. Devrimi Asya ülkelerinden Ortadoğu’ya, Güney Amerika’dan Afrika’ya kadar sömürülen pek çok millete umut ve cesaret verdi, bağımsızlık fitilini ateşledi.
Bugün değersiz birkaç papaz ve as onu rakı içmekle eleştiriyor.


Büyücü Papaz

Grigoriy Yefimoviç, Rusya’nın ücra bir köşesinde, bir köylü çocuğu olarak dünyaya geldi. Kız kardeşi Tuna Nehri’nde boğularak öldü. Erkek kardeşi ile nehirde yüzerken boğulmaktan, yoldan geçen biri tarafından kurtarıldılarsa da, kardeşi zatürreeden öldü.

Tanrı’ya ulaşmanın tek yolunun günah işlemekten geçtiğini savunan sapkın bir Ortodoks tarikatın mensubu olarak hovarda bir gençlik dönemi geçirdi. Adı hırsızlığa bulaştı.

 Olağanüstü yeteneklerinin husule gelmeye başladığını fark etti, kendisini aziz ilan etti. Kitleleri topluca hipnotize edebiliyordu.  

Karşı cinse düşkündü, farklı kadınlardan çocukları oldu. Şehir şehir, ülke ülke gezdi dolaştı, nihayet dönemin başkenti St. Petersburg’a bir aziz olarak girdi. Rasputin efsanesi doğuyordu. 

Tedavi yeteneği sayesinde başkentte ismini duyurdu, çarın hemofili hastası küçük oğlunu iyileştirmesi ise kariyerinde yeni bir dönüm noktası oldu, zira bu tarihten sonra adım adım yükselecek, sarayı eline geçirecekti.

 Çar dâhil bütün sarayı parmağında oynatırken, cinsel hayatı da tepki çekti. Politik çevreler, bu köylü papazın nasıl olup da sarayda bu denli etkin olduğunu anlayamıyordu. Öte yandan papazın çariçeyle, çarın kızlarıyla, rahibelerle bile adı çıkmıştı. Din çevrelerince şarlatan, hatta şeytan ilan edilmişti.

 Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgiler alkolik, seks makinesi ve sarayın başındaki fiili yönetici konumundaki papazın sonunu getirdi. Muhalif prens tarafından siyanürle zehirlendi, ölmedi. Ardından defalarca kurşunlandıktan sonra nehre atıldı. Cesedinden, kurşunlarla da ölmediği anlaşıldı: kardeşi gibi boğularak ölmüştü. Halk yine de tatmin olmadı, gömüldükten sonra cesedini çıkarıp yaktılar.

 Çok zekiydi, her şeyi elde etmeye çalıştı, savaş ve devrimin müsebbibi sayıldı. Doğaüstü güçleri olduğuna halen inanılır. 



Çocuk Bakışı


Pablo Picasso, Guernica adlı tablosunda, Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatır. Sergi sırasında kendisine “bu resmi siz mi yaptınız” diye soran Alman generaline şu yanıtı verir:

“Hayır, siz yaptınız.”

Dahi sanatçı, 92 yıllık ömrü boyunca tabuların, uzlaşmaların, pedagojilerin en büyük yıkıcısı olur. Yüz binin üzerinde resim, on binlerce kitap resmi, üç yüz kadar heykel, sayısız serbest çizim ve seramik çalışması üretir.

Birgün şöyle der:

“Yedi yaşımdan beri büyük bir adam gibi resim yaptım, fakat bir çocuğun bakışını bulmam ve bu bakışa bağlı kalarak resim yapmam için otuz yıl gerekti.”

Onu gerçekte dahi kılan, çocuk bakışını hiç kaybetmemesidir.


Baş Veren İnkılâpçı



Ali Suavi, hasta imparatorluğun son dönemecinde yaşamış, medrese bitirmeden âlim olmuş, ilk Türkçü, ilk Türkçeci, aksiyoner, gözü kara bir devrimcidir.


Muharrirlik yaptı, muallimlik yaptı, hasta adamı diriltmek için çareler aradı. Bir dönem Yeni Osmanlılar ile birlikte hareket ettiyse de, fikir uyuşmazlığı sonucu onlardan koptu. Devlet yapısını şeriata dayandırma niyetinde olan Namık Kemal ve Ziya Paşa’ya karşı laikliği savundu, monarşiye karşı cumhuriyetten, Osmanlıcılığa karşı da Türkçülükten yana oldu, hilafete karşı çıktı. Padişahlara, padişahları indirip çıkaranlara, Namık Kemal gibi her sözü ayet sayılan fikir erbabına, inandığı şeyler uğruna herkese kafa tuttu. Tek başına yürüdü.



Abdülaziz’in hal’inden sonra II. Abdülhamid ile de ters düşünce, bir grup göçmenle Çırağan Sarayı’nı basıp V. Murad’ı tahta geçirmek girişiminde bulunurken öldürüldü.



Falih Rıfkı Atay diyor ki, kuvvetlerimizin tutabileceği bir anayurt sınırları içinde, sağlam ve devamlı bir devlet kurmak sadece hâkim milleti yetiştirmekle uğraşmak fikri, Ali Suavi'den Mustafa Kemal'e kadar havada kalmıştır.



Bir davayı sonuna kadar güttü ve onun uğruna korkusuz, telaşsız, gurur ve imanla başını verdi, Türk inkılâbının fikir kahramanı oldu. Bugün mezarı bile yoktur.


Sizin Huzurunuzda Şiir Okuyamam



Okuldaki Noel müsameresinde Erich, şiirini okumak üzere sahneye çıkarken seslenirler: “emniyet müdürü de gelmiş!”. Erich Kanlı Cuma’yı hatırlar:



Olaylar 1927 Ocağı’nda başlar… Avusturya’nın küçük bir kasabasında sol görüşlü işçilere saldıran milliyetçiler, sekiz yaşında bir çocuğun ve bir savaş gazisinin ölümüne neden olurlar. Üç katil yakalanıp yargılansa da, mahkeme, 14 Temmuz günü beraat kararı verir. Katillerin, ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşmalarına karşı çıkan halk, 15 Temmuz günü Viyana’da olayı protesto eder. “Büyük Almanya”nın yandaşı olan dönemin hükümeti orduya ait silahların polise verilmesini emreder. Emniyet müdürü Dr. Schrober de bu kararı gözünü bile kırpmadan uygular. Sonuç: 87 ölü, birçok yaralı…



Erich, daha sonra Kanlı Cuma olarak anılacak bu olaya annesiyle birlikte tanık olmuştur. Sahneye çıkar, salonu selamlar ve kararlı bir ses tonuyla konuşur: “Sayın bayanlar, baylar, ne yazık ki Noel şiirimi okuyamayacağım. Çünkü emniyet müdürü Dr. Schrober de dinleyenler arasında. Kanlı Cuma gününde kent merkezindeydim. Ölü ve yaralı taşıyan sedyeleri gördükten sonra Bay Schrober’in huzurunda şiir okuyamam”.


Erich salonu tekrar selamlar ve sahneden ayrılır. Emniyet müdürü uğultuların kapladığı salonu hışımla terk ettikten sonra Erich’in sesi yeniden duyulur: “Şimdi şiirimi okuyabilirim”.

Erich Fried bir Yahudi ailenin çocuğudur ve elbette, yaşadığı çağın sıkıntılarını fazlasıyla çeker. Babası işkencede öldürülür. Hitler işgaline karşı bir direniş örgütü kurar, hayatı ırkçılıkla mücadele ile ve şiir yazmakla geçer.

Ve birgün Yahudi şair Erich Fried’i, “Dinle İsrail” adlı şiirinde İsrail zulmüne karşı Filistin’e destek verirken görürüz:

Vahşice peşimize düştüklerinde o zamanlar
Sizden biriydim
Siz başkalarının peşine düştüğünüzde
Nasıl sizden olayım ben?


Higuita


İngiltere, futbolun mabedi Wembley’de Kolombiya Milli Futbol Takımı’nı ağırlıyor. İngiltere atakta. İngiliz forveti kaleyi karşıdan gören bir noktadan tertemiz bir şut çıkarıyor. Yaklaşık 25 metreden. Kolombiya kalecisi Higuita öne doğru atılıyor…

Rakibinizin kalesinde o varsa, onu geçebilirsiniz, ama ondan gol de yiyebilirsiniz. Ona gol atmaya çalışırken çalım yiyip kalenize dönmek zorunda kalabilirsiniz. Kuralları un-ufak etti, rakibini geçip kaleye yöneldi. Frikikten gol attı, orta sahada top koşturdu. Rene Higuita, futbol tarihinin en çok gol atan kalecilerinden oldu. Futbol oyununun en marjinal oyuncularından oldu.


… topukları akrebin kuyruğu oluyor, kendisini geçip kaleye gitmekte olan topu o kuyrukla çıkarıyor. Top İngiltere kalesine doğru yol alırken kameralar onun gülüşünü kaydediyor.



Bekri Mustafa Hazret Olmuş!

Mustafa, IV. Murad devrinde yaşadı. Aslen hafız olduğu ve hali vakti yerinde bir aileye mensup bulunduğu söylenir. Genç yaşta içmeye başladı ve içkinin şiddetle yasaklandığı bir devirde sabah-akşam non-stop içerek Bekri lakabı ile taltif edildi. Daha yaşadığı devirde fıkraları dilden dile dolanır oldu.


Devrinin yasak delicisi oldu; asesbaşına kafa tuttu, bostancıbaşına kafa tuttu, sultana kafa tuttu ve hepsinin de sevgi ve muhabbetine mazhar oldu. Öyle ki, sonunda IV. Murad’ın nedimleri arasında yer aldı.



Birgün belediyenin tesadüfen bulduğu mezar taşında Bekri Mustafa Baba ibaresinin görülmesi üzerine, bu ihtiram ifadesi kendisi için yeterli görülmemiş olacak ki, sonuna bir de “hazret” eklenip mezarı türbe yapıldı.



Abdulkadir Emeksiz, Bir İstanbul Kahramanı Bekri Mustafa adlı eserinde şöyle diyor: Bekri Mustafa’nın bu düzen içerisindeki yeri neresidir? Bekri Mustafa, ne düzene uyar ne de düzeni yıkar. O, bentleri yıkmadan kendi mecrasında akar.



Yıkanmak İstemeyen Çocuk

Kayzer, gezisi öncesinde, tebaasının temiz-pak olmasını istediğini gideceği yerlere önden haber salar. Zorla yıkanmak istemeyen çocuklar annelerine direnir. Anne kayzerin hışmından korkar, oysa çocuğun umurunda değildir. Çocuk kraldan korkmaz. Çocuk, kralı umursamaz. Çocuk oyunun kurallarını bilmez.

Çocuk, gördüklerine şaşıran varlıktır. Bulutlara şaşırır, arabalara şaşırır, önünden geçen kediye şaşırır. Etrafını inceler, tuhaf bulur, anlamaya çalışır, yadırgar, sever veya korkar. Şu hayatın aslında ne kadar şaşırtıcı olduğunun farkında olandır çocuk. İskambil kâğıtlarına dışarıdan bakan joker. Büyük oyuna alışmaya başladığında şaşırma yetisini de yitirir. Yıkanmak isteyen çocuk olur.

Kimileri büyüse de şaşırmaya, yadırgamaya, anlamaya çalışmaya devam eder. Nasıl ayakta duruyoruz? Neden uyuyoruz? Neden uçamıyoruz? Kuşlar, uçaklar nasıl uçuyor? Balıklar nasıl yüzüyor? Ay neden dünyaya düşmüyor? Ekmek nasıl pişiyor? Süt nasıl oluyor? Arılar balı nasıl yapıyor? Deniz neden mavi?
Çocuk dünyaya, kurallara, düzene adapte olmaya zorlanır. Hayatı bizim anladığımız gibi anlamaları gerektiği salık verilir.

Başka türlü olması mümkün mü? Kurallar değişebilir mi? Yeni kurallar konulabilir mi?Yeniden başlanabilir mi?

Çocuk sahilde kumdan kaleler yapıyor. Denize o kadar yakın oturuyor ki, deniz her defasında kalesini yıkıyor. O hep baştan başlıyor. Babası gülerek uyarıyor çocuğu, “deniz yine yıkacak kaleni, biraz daha uzakta yapsana”. Çocuk umursamıyor: “Ben kalemin yerini değiştirmeyeceğim, Tanrı denizini geri çeksin”.[1]

Çocuk farklı düşünür. 



[1] Hasan Sabbah’a atfedilir.


Kemalettin Tuğcu

Sakat çocuk, camdan dışarıda oynayan çocukları seyrediyor. Onlara katılamıyor, orada olamıyor. Çanakkale sırtları düşman gemilerince bombalanırken de böyle seyretmek zorunda kalacaktır.

Okula gitmedi, hiç ders almadı. Babasının kütüphanesindeki kitaplardan kendisine kocaman bir dünya yarattı. On üç yaşında yazmaya başladı ve bu büyüleyici dünyadan, 300’den fazla roman çıktı. Çeviri yapabilecek ölçüde–yine kendi kendine- Fransızca öğrendi.

Doksan dört yaşında ölene dek, içinde o küçük çocuk saklı kaldı. 

Camdan, dışarıdakileri seyreden sakat çocuk.


Tarihi Sevdiren Adam
İmparatorluğun son yıllarında dünyaya geldi. İstanbul’da İstanbul’u İstanbullu gibi yaşadı. Tarih öğretmenliği yaptı, yazdı, çok yazdı, Osmanlı’yı hikâye etti. Reşad Ekrem Koçu sayesinde pek çok insan tarihi çok sevdi.

Yeniçerilerin arasında, haremlerde, sarayda, esirlerin dünyasında, meyhanelerde, İstanbul’un kenar mahallelerinde gezdirdi bizi. Günlük hayatın ayrıntılarında kaybolduk; gelenekler, giyim kuşam, sofra adetleri, kabadayı raconu, kibar takımı, köçekler, tarih, yıllar, yıllar, derken, bize çok ama çok benzeyen insanlarla karşılaştık. Bize çok benzeyen insanlar… Çünkü onun için esas olan insandır. Tarih, insanın hikâyesidir.

Çoğu zaman yalnız başınaydı, içine kapalıydı, kendi dünyasında yaşadı. Eşcinsel olduğunu söyleyenler vardır, belki de doğrudur. Öyleyse bile bu gerçek kimliğinin önüne hiç geçmedi.

Pek çok kitap, sayısız makale kaleme aldı. Tek başına öldüğünde, şaheseri İstanbul Ansiklopedisi’nin “g” harfinde kalmıştı.


Uçan Çocuk
Küçücük bir bebekken pencereden uçar gider, perilerle gökyüzünde süzülür. Peter Pan, arkadaşlarıyla birlikte Kaptan Hook ve tayfalarına karşı, kötülere, büyüklere ve büyümeye karşı mücadele verir. Onun dünyasında her şey mümkündür, mucizeler gerçek olur; mutlu çocukların, hiç büyümeyen çocukların dünyasıdır orası.

James Matthew Barrie, küçük yaştayken ağabeyini kaybeder. Bu bunalımı atlatamayan annesi, James’i öldüğünde on üç yaşında olan ağabeyinin yerine koyar. Bu durumun neden olduğu hastalık yüzünden James, ömür boyu “çocuk” kaldı. Silik, pasif; hep hastaydı, boyu on üç yaşında bir çocuğunki kadardı. Karısının kendisini defalarca aldatmasına göz yumdu.


İskoçyalı ufak tefek, hastalıklı, çelimsiz adam, pencereden Ada’nın kasvetli, yağmurlu havasına bakıyor. Peter Pan belinde tahta kılıcı, çocukların dünyasında peri arkadaşları ile birlikte Kaptan Hook’un hakkından gelmek üzere masmavi gökyüzüne doğru süzülüyor.


Dağdaki İhtiyar

Hasan Sabbah bir tarikat lideri veya terörist veya devlet adamı veya filozoftur. Onunla ilgili, farklı kaynaklara dayanan iki farklı efsane mevcuttur:
Marco Polo menşeli olan ve dönemin Sünni iktidarlarınca beslenen görüşe göre hikâye şöyledir:
Hasan Sabbah dağın zirvesindeki erişilmez kalesinde lejander bir hayat sürmektedir. Kendisine ölümüne bağlı fedailerinden oluşan bir tarikatı vardır ki bu gözükara fedailer, Hasan Sabbah için Müslüman veya Haçlı idarecilerin canını alırlar. Şeyhleri tarafından afyon içirilip cennet vaadiyle kendilerinden geçirilmekte, hurilerle taltif edilmektedirler. Bu yolla şeyh Hasan Sabbah ile gizemli ve eli kanlı tarikatı, hükümdarların korkulu rüyası  olmuştur.
Alevi ve Şiiler’in kabullerine göreyse hikâye şöyle gelişir:
Hasan Sabbah gelmiş geçmiş en büyük Şii (veya Alevî) önderidir, zalim iktidar sahiplerinin baş düşmanıdır. İyi bir eğitim almış, İsmailî inancının özgürce yaşanması için ömür boyu hizmet vermiştir. Kendisine olmadık iftiralar, hakaretler edilmiş, inançları ve değerleri için canını feda eden müritleri hakir görülmüş, karalanmıştır. Bu müritler şeyhlerine sıkı sıkıya bağlı, haksızlıklara karşı boyun eğmeyen, gerekirse bu uğurda canlarını feda eden kahramanlardır. 12. Yüzyılın çalkantılı siyasal arenasında, Alamut Kalesi’nden adalet dağıtmıştır.

Tartışma götürmeyen bir gerçek var ki, Hasan Sabbah efsanevi bir kişilikti. Batınî – okült öğretisi ile çevresini ve çok sayıdaki müridini etkilemiş, kendisinden sonra da devam eden bir hiyerarşik sistem kurmuştu. Öyle ki, yaşadığı coğrafyada dönemin en etkili siyasal figürü olan Haçlılar içindeki Tapınak Şövalyeleri kendisi ile ilişki içinde olmuştur. Yine Tapınakçılar’ın örgütsel ve okült gelişiminde “dağın şeyhi” lakaplı bu efsanevi karakterin etkisi büyüktür.


Cibran
Lübnanlı hıristiyan bir anne ona gebe kaldı. Doğduğunda Lübnan ve bütün Ortadoğu sıkıntılı, tarihi bir dönemeçteydi. Fırsatlar ülkesi Amerika’ya göç ettiler. İngilizceyi, sanat icra edebilecek ölçüde iyi öğrendi. Şiirler yazdı, oyunlar kaleme aldı, resim yaptı, heykel yonttu. Asıl kimliğini hiç unutmadı. Verdiği bütün eserler buram buram Doğu koktu, Lübnan koktu.
İsa insandır, dediği için kilise tarafından aforoz edildi. Sadece mektuplarda kalan naif, ışıltılı, muhteşem bir aşk yaşadı.
Dedi ki: Haksızlıklara karşı başkaldırmayan, kendine karşı adaletsizdir.
Dedi ki: Eğer bir kişinin kalbinde yer edebilirsem, kendimi boşuna yaşamamış sayarım.
Dedi ki: Buraya bir söz söylemeye geldim ve onu şimdi söyleyeceğim. Ama eğer ölüm engellerse beni, o söylenecektir Yarın tarafından. Çünkü Yarın, Sonsuzluk'un kitabında hiçbir sır barınmaz. Yaşamaya geldim, sevginin görkeminde ve güzelin ışıltısında; onlar ki yansımalarıdır Tanrı'nın. Buradayım yaşıyorum ve sürgün edilemem yaşam alanından, çünkü diridir sözüm ve ölünce de yaşatacaktır beni. Herkesin yanında ve herkesin uğrunda olmaya geldim ve bugün benim tek başıma yaptıklarım Yarın yankılanacaktır yığınlardan. Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten, Yarın söylenecektir binlerce yürek tarafından.
Ve dedi ki:
Vardım
Ve varım
Var olacağım sonuna dek zamanın
Çünkü sonum yoktur benim.

Birşey anlatmaya çalıştı. Filozoftu, ama hep ben şairim, dedi.


-Alp Çetiner, Joker Cemaati'nden-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder