21 Mayıs 2009 Perşembe

Porselen Bebek

Porselen bebek bir simgedir. Bizim neslin tanımadığı, hiç görmediği birşeydir. Varlıklı olan her çocuğun sahip olduğu, fakir olanların görüp imrendiği, bugün “ismi var cismi yok” nesnedir. Özlenip beklenen, istenen, arzu edilendir; bir çeşit "ödül"dür.

O kusursuz güzeldir, mükemmeldir. Kendisini görüp tanımadığımızdan, bize göre gerçek bir “efsane”dir. Hep mutludur, güler. Bu yüzden bizim için yerli-yersiz beklentilerin, umudun simgesidir.

Aslında porselen bebek, onunla daha önce hiç karşılaşmadığımızdan, bizim için sahte bir “vaat”tir. Gerçekte olmayan bir ödüldür, önümüze uzatılmış “ipin ucundaki havuç”tur.

Porselen bebek: sevenler.
Porselen bebek: nefret edenler.
Porselen bebek: özlemle bekleyenler.
Porselen bebek: lanet edenler.

O, çoğaltılmış tektipliğin ilk ürünüdür. Şahikada oturup pırıl pırıl parlayan yanaklarıyla bize gülümseyen ödülümüz.. "Başkalarının" bize sunduğu umutlarımız. Nihai amacımız, varış noktamız, bir türlü ulaşamadığımız ve aslında asla ulaşamayacağımız.. Birgün elimize geçse bile ya heyecanımızdan, ya daha önce hiç sahip olmadığımız için taşımayı beceremediğimizden düşürüp kırarız onu. Ya da göründüğü kadar mükemmel değildir, parmaklarımızın arasında unufak oluverir, veya boyaları akar.

En güzel oyuncak kendi ellerimizle yaptığımızdır. En güzel umutlarımız kendi kafamızda şekillenen. Her ikisi de "gerçek"tir ve "bizim"dir. Onlara "sahip oluruz", tekrar ve tekrar sahip oluruz. İstersek yenilerini yaratırız. "Eğer istersek". Tahtadan atımız, bez bebeğimiz, maketlerimiz, uçurtmamız, kâğıt uçağımız, hamurdan tosbağamız, kumdan kalemiz, tornetimiz, kızağımız...

Hiçbiri mükemmel değil ama "bizim". Hayallerimiz, umutlarımız, beklentilerimiz, yarınımız gibi.

Porselen bebek mücadelemizin simgesidir.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Hayatın Anlamı

Adı “olgun kişi” demek olan Kâmil Bey evden çıkarken durup şöyle bir düşündü, buruşuk kahverengi ceketinin yan cebinde paketinden saçılmış halde bulunan o ince yaprak sigaralardan birini kapı eşiğinde yakıp evden çıktı gitti. Gitti ama, sigara titrek parmakların arasında durmuyor. Daha merdivenlerde düşürünce sinirlendi, bir hışımla üzerine basıp geçti.

Bu çok uzun bir öykü olabilirdi. Mutlu geçirilmiş bir ömürden daha uzun öykü var mıdır?

Bizim kahramanımız yeterince uzun (bir elli yıl kadar süren) bir ömür sürdüğü halde, bunca zamanı tarasak sizin için ibret verici ve de ders çıkarılası bölümlerin toplamı ancak birkaç paragraf eder.

Ulusal gazetelerden birinin toplumsal yaralara parmak atmaya bayılan genel yayın yönetmeni “otel hizmetlisi olan cüce kadını neden öldürdü bu genç kız?” başlığıyla başladığı yazıyı memleketin eğitim sorunu ve iktisadi buhranımız üzerine kurgulanmış bir sonla bitirmiş. Kadını öldüren bizim Kâmil Bey’in kızı. Yavrucak hernedense sıkılıp bunalmış, hıncını o kadından almış. Bu olay Kâmil Bey’de şok etkisi yaratmadı, ama gazetede çıkan haberi ve yazıları kesip sakladı niyeyse.

Daha evlenmenin eşiğinde, bekârlığa veda partisinde çıkan dansöze âşık olan şaşkın damat, kızını yüzüstü bırakıp dansözü kaçırınca adamakıllı sinirlenmişti Kâmil Bey. Artık elden birşey gelmeyeceğine kanaat getirince salak kızını teselli yöntemleri aramaktan başka çare düşünememişti. Adı “tuzluluk” demek olan Melahat’in sinir buhranının nedeni de muhtemelen işte budur. (Doğu geleneğinde tuz da bir lezzettir ve bu medeniyetin akıllı insanları şirinlik, güzellik için bunu kullanırlar. Demek kızına bu adı koyan bizim Kâmil Bey ya pek geleneksel, ya da pek entelektüel adammış!)

Neyse efendim, bu bizim salak Melahat daha önceleri de bir mecnun pide ustasıyla birlikteydi. Milli Güvenlik Kurulu’na gizlice davet edildiğini yeminle ifade eden bu çılgın pideci lahanalı lahmacun yapar ki ıspanaklı dondurma yapan dondurmacıyla aynı fraksiyonun üyesidirler. Konuyu uzatmayalım, o zaman olay baba Kâmil Bey’in müdahalesiyle son bulmuş, mezkûr pideciye köyünde güzel bir ev, bir karpuz tarlası ve Fiat marka römorklu şık bir traktör bahşedilmesiyle mevzu kapanmıştı.

Böylesine lütufkâr ve babacan olan Kâmil Bey, gerizekâlı kızı Melahat’le uğraşmaktan maada başka sorunlarla da haşır neşirdir. Bundan tam üç buçuk yıl önce de, yılın en sıcak ve en güzel zamanı olan temmuz ayında meşhuf ve meczup Mücella Hanım -ki Kâmil Bey’in yirmi dört yıllık hayat arkadaşıdır ve adı “parlatılmış” anlamına gelir- o zamanlar yeni aldıkları evin tok sesli ve de aşırı kıllı emlakçısıyla kaçmıştı. Kadının meftunu olduğu bu herif, göç ettikleri Fransız Rivyerası’ndan adamcağızı arayarak ona servetinin ve varidatının büyük bölümüne göz koyduğunu söyleme küstahlığını göstermiştir. Özünde mutedil ve soğukkanlı bir adam olan Kâmil Bey sırf bu tantana yüzünden yeni aldığı o güzelim evde şöyle bir ağız tadıyla oturma mutluluğunu yaşayamadı.

Kâmil Bey’in paspal görünüşünün nedeni bütün parasını-pulunu o eve yatırmış olması değildir. Pintilik hiç değildir. O hâlâ ilk fabrikasını kurduğu ilk günlerde aldığı çalışma masasını kullanmakta, yirmi üçüncü yaşgününde armağan edilen ve artık paçavraya dönmüş kahverengi deri çantasıyla dolaşmakta, on yedi yıllık kahverengi, tokalı pabuçlarını ayağından hiç çıkarmamaktadır. Manevi değer mi? Kâmil Bey maneviyata inanmaz.

O yıllarca kapalı kapılar ardında, tozlu kütüphane rafları arasında, kuru sandalye tepelerinde ömür tüketmiş olmaktan maada hayatında ağzına içki kadehi ya da sigara değmemiş, bir kadına arzuyla bakmamış çirkin ve şişko bir cüceydi. Vaktiyle içinde bulunduğu ortamlar kendisine derin saygı duyulan ortamlar idi ki bu da küçümsenecek birşey değildir. Herne kadar “dışarıdakiler”, çirkin suratı ve bücür boyu ile dalga geçseler de onun bir zamanlar içinde yaşadığı saygın sayılabilecek çevresi “bücür”ün üstünü çizer, yerine “kısa” yazar.

Eh, Kâmil Bey bizim için garip, kendisi için anlaşılabilir -hattâ zorunlu!- gerekçelerle vakt-i evvelinde şu gördüğümüz tarz-ı hayatı benimsemiş ve yine görünen o ki paraya para dememiş. Bu hayatta ise yüksek değerlere ve emeğe çok yer yoktur.

Kâmil Bey göbeğini ovuşturur vaziyette kapıda göründü –elleri titremeye başladığı zamanlar midesi de ağrır. Şoför Dursun yuvarlanırcasına gelen bu kısa boylu göbekli adama doğru koşup otomobilin arka kapısını açtı, adam düşercesine bindi.

* * *

Cadde’de. En huzurlu ve güvende olduğu yerde. Cadde’nin kalabalık kaldırımında daha uzun müddet yürüyecek ve kim bilir hangi ara sokaklara sapıp çıkarak, yeni yerler keşfetmeye çalışarak bütün enerjisini tüketmeye uğraşacak. Enerji fazlası, evde oturduğunda tıkınmaya yol açtığından, dışarıda şöyle bir gezinip hava alayım, maksatlı yürüyüşleri çığırından çıkıp artık “kilometreler aşındırmak” şekline büründü. Şimdi bütün tâkâtini yollara, kaldırımlara, cadde ve sokaklara boşaltıyor, hem de kusarcasına.

Yürüyüşler genellikle Cadde’den başlar, ara sokaklara doğru dağılır, şehir dışına doğru yol alır. Atkuyruğu yapılmış kumral saçlar. Makyajsız, yalnız kremle ovuşturulmuş bir yüz. Rahat bir bluz. İnce dokuma hafif bir pantolon. Hiç değiştirilme niyeti olunmayan, beyazı gri olmuş, artık paçavraya dönmüş spor ayakkabıları. Boyna çaprazlama asılmış çanta: Dolgun ve hafiften iki yana ayrık göğüsleri daha da belirginleştiriyor (O bu tür numaraları iyi ezberlemiştir, dersini çalışır gibi. Yani erkeklerin ilgisini neler çeker, kendine nasıl baktırabilir? Çalışkan kız. Sınıfta kalmaktan korkuyor.).

Ehh... Enteresan kızdır şu bizim Mahmure. Saçları, doğduğunda altın sarısı olduğu için babası adını “Zerrin” koymuş. Ama uykucu olan, kafasını bir türlü taşıyamayan Zerrin bebek, kafa kâğıdında yazılı resmi adına rağmen annesi tarafından “Mahmure” diye çağrılmaya başlanınca bu durum teamül halini almış. Bu okul yıllarında kendisine biraz zorluk çıkartsa da zamanla katlanılır bir hal almış. Bu ad sorunu onun ailesiyle ilgili bir garipliktir, kendisiyle değil -Mahmure enteresan kız dedik ya-.

Cansız nesnelere insanî değer atfediyor. Yani onlara canlıymış gibi davranıyor. Boynundan pek seyrek çıkardığı çantasını en yakın arkadaşı belliyor. İçini sık sık boşaltıp temizliyor, arasıra makineye atıp yıkıyor. Kenarında-köşesinde bir sökük hâsıl olursa hemen dikiyor. Mahmure’nin bu çilekeş kankası da arkadaşlık adına elinden ne geliyorsa yapıyor ama. Sabbahtan akkşamlara kadar kankasının boynunda asılı, kalçasına yaslanmış durup duruyor. Bütün ağırlıklara ve fermuar çatlatan doluluk durumlarına karşı kahramanca göğüs geriyor. Onun bir numaralı sağ kolu olarak neler neler taşıyor: cep telefonu, kakaolu-sütlü şekerlemeler, hafif form bisküvisi, çıtçıtlı cüzdan, nazara karşı muska, (eski) sevgilisinin (eski) resmi, kayganlaştırıcı madde (vazelin), yedek ped (özel günler için), kondom (tedbir için), (uzun yolculuk zamanlarında) sandviç ve vişne suyu ve de mutlaka bir küçük şişe su.

Mahmure’nin cep telefonuyla da “çok düzeyli” bir ilişkisi var. Onu ısrarlı suskunluğuna rağmen yanından hiç ayırmıyor; sürekli şarj edip gece-gündüz açık tutuyor, iki-üç ayda bir yüzlük kontörle besliyor. Teknolojik arsızlıktan uzak, onu çantasının bir gözünde kendi haline bırakıyor. Yanından ayırmadığı bir teknolojik nesne daha var ki, onu da boynunda bir kolye gibi taşıyor, ara sıra popo cebine girdiği de olmuyor değil: şu minik dijital fotoğraf makinesi.. Onunla ilişkisi biraz daha “arsızlık” düzeyinde. “Ayrıntıları” yakalamak gayesiyle onu her deliğe sokuyor, güya “o anı” ölümsüzleştiriyor; aklınca “alâmetleri” araştırıp bulmaya, belgelemeye çalışıyor; arsızlık işte. Onun da Mahmure tarafından evcil hayvan muamelesi gördüğünü hatırlatmaya gerek var mı? Enerjisi tükendiğinde, sahibi tarafından taze şarj edilmiş pillerle besleniyor.

Kahramanımız şu an Cadde’de, yani en mutlu olduğu yerde. Orası ışıltılı vitrinleri, rengârenk tabelaları, cıvıl cıvıl kaldırımıyla; bütün, bütün renkliliğiyle hayat doludur. Genci-yaşlısı, tiplisi-tipsizi bin bir çeşit insanla dolar taşar. Cadde onun sevgilisi gibidir, kendini hiç düşünmeden onun kucağına bırakabilir.

Bir an binaların arasından beliriveren, gökdelenlerden müteşekkil karanlık ve acayip siluetin resmini çekti.

Mahmure eğer içe dönük bir günündeyse (ne Mahmure’si, hepimiz öyle değil miyiz? Hepimiz aynı fıtratın çocuğu değil miyiz? Düzeltiyorum.) içe dönük günümüzdeysek dünyanın merkezi başımızın önündeki iki billûr küreden ibarettir. Cadde ancak basit bir fon, şöyle bir bakılıp geçilen vitrin olabilir. Yürüyoruzdur, dünya da ayağımızın altında kayıp gidiyordur. “Sır”, büyük hazine kafamızın içinde saklıdır: “hayat biziz”dir. Eğer o gün dışa dönüksek Cadde’nin, bu âlemin bir parçasıyızdır. Biryerlerde bir merkez var, biz o merkezin etrafında dönüp duruyoruzdur. “Sırra ermek için” uğraşıyoruzdur. Denizdeki bir damla sudan ibaretizdir: “hayatın içindeyiz”dir.

O genelde içe dönüktür, denilebilir. Söylemiş miydim, Mahmure gerçek bir “tarih manyağı”dır. Tarih dediğimiz şeyin çizgisel olmadığına inananlardandır. Geçmişe ait yazılıp çizilmiş ne bulursa okur, sürekli okur, -hayır- su gibi içer. Geçmişte -yok, yok- “geçmişle” yaşar. Hele Osmanlı tarihi, aman Allah’ım, her dönemini bilir. Hanedan’ın soyağacını ezbere şıp diye sayıverir. Okumadığı seyyah kitabı kalmamıştır. Reşat Ekrem’in kitaplarını tek geçer, ama şu malûm “sultan” serilerinden de nefret eder. Kafasında hep bir tarihi roman yazmak fikri yatıyor. Hangi dönem olabilir?.. Fetih dönemi? I-ıh. Kanunî dönemi? Sultan’ın aşk hayatı, harem entrikaları, Yahudi lobisi falan... Belki. Peki’ ya Tanzimat dönemi veya 19. yüzyıl üzerine birşeyler? Tabi ya... Bu dönemde herşey var; macera var, siyaset var; Batılılaşma hikâyesi, kirli ilişkiler, kahramanlar, kötü adamlar, ihtilaller, nostalji, sevda masalları... ne ararsan. Evet, böyle birşey olmalı. İşte Mahmure, kafası genellikle bunlarla dolu olarak yolları aşındırır. Kimi zaman da aklından şarkılar, şiirler geçer, “sevebilme ihtimalleri” üzerine:

kuliste yarasını saran soytarı gibi
seni görmeyeli
kasketimi eğdim üstüne acılarımın

Ayrılık şiirleri, umut şarkıları. Efkârlı, neşeli. Epik, lirik. Enerji veren, enerji tüketen. Hiçbirinin, aşk üzerine yazılıp çizilmiş hiçbir şeyin sonu yoktur, değil mi?

Haa unutmadan, aslında son birkaç gündür bunalım takılıyor. Sevgilisiyle (erkek arkadaşıyla mı desek) yatmak istediğinde oğlan, istemediğini söyleyip kızı terketti. Netice itibarı ile “çöllere düşen” bizim kız oldu. Sorun terkedişte mi, yoksa terkediş nedeninde mi?.. İşte bu muamma.

Mamafih bugün kendisini ikinciye yakın hissediyor. Yani dışa dönük, demek istiyorum.

Bir duvarın üstüne tünemiş bir grup oğlanı farkedip ortalarında oturan en yakışıklılarını (ki yakışıklılar hep ortada oturur) gözüne kestirmekte gecikmedi. Aslında kimin kimi gözüne kestirdiği meçhul, zira oğlan kıza dikkatle bakıyordu zaten. Bakışlarına karşılık mı veriyor, kendisini birine mi benzetti acaba?.. Yoksa göğüslerine mi bakıyor (çapraz asılmış çanta)? Arabalar, yayalar derken, Cadde yoğunluğu içinde biraz daha yaklaşınca o oğlanın yerinde olmadığını gördü. Grubun yanından geçip gitti.

Bu bir hayal miydi, yoksa gerçek mi? Renkli gözlü, kumral erkek güzeli, sen hayal miydin, yoksa gerçek mi?..

Yerde oturan dilenci kadının ve lösemili taklidi yapan dazlak çocuğunun resmini çekti.

Çok değil, birkaç dakika sonra, yolun ücra bir köşesinde o erkek güzeliyle yeniden karşılaştı, bu kez yalnız. Ellerinde birer şişe gazoz, duvara yaslanmış... Belli ki kızı bekliyor. Yine göz göze geldiler: oğlanın gözleri boncuk gibi parlıyor. Hafif bir tebessümün ardından sol elindeki şişeden bir yudum aldı. O esnada kız duraklamış ona bakıyor. Derken sağ elindeki şişeyi kıza uzattı, bizim kız şaşkın.. Oğlana bir-iki adım daha yaklaştı ama şişeye hamle etmedi.

* * *

Mansur. Adını ney âşığı olan dedesi koymuştur. Herhalde en büyük özelliği, her banknotun üzerindeki yeri görmüş olmasıdır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye. Eskisi ve yenisiyle.
Yüz liranın üstündeki Mehmet Âkif’in evine gitmiştir. Beş yüz liranın üstündeki Konak Meydanı’nda çiğdem yemiştir. Bin liranın üstündeki Sarayburnu’nu karış karış gezmiştir. Beş bin liranın üstündeki Mevlânâ Türbesini ziyaret etmiş, kapısında satılan ağır kokulu hacı yağlarından sürünmüştür. On bin liranın üstündeki Selimiye’de namaz kılmıştır. Yirmi bin liranın üstündeki Merkez Bankası binasının önünde resim çektirmiştir. Elli bin liranın üstündeki Meclis Binası’nda eğleşmiş, parkında gezinmiş, çeşmesinden su içmiştir. İki yüz elli bin liranın üstündeki Kızıl Kule’yi, Alanya Kalesi’ne tırmanırken seyretmiştir. Beş yüz bin liranın üstündeki Çanakkale Anıtı’nda şehitlere ağlamış, önünde uzanan dingin sessizliğe kendini kaptırmıştır. Bir milyon liranın üstündeki Atatürk Barajı’na ayaklarını sokmuş, şapkasını suyunda ıslatıp başına geçirmiştir. Beş milyon liranın üstündeki Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunmuştur. On milyon liranın üstündeki Piri Reis Haritasını incelemiş, bunu hakikaten uzaylıların çizdirip çizdirmediğine adamakıllı kafa yormuştur. Yirmi liranın üstündeki Efes harabelerinde dolaşmıştır. Elli liranın üstündeki Kapadokya’yı avucunun içi gibi bilir. Yüz liranın üstündeki İshak Paşa Sarayı’ndan henüz gelmiştir.

Üzerinde her zaman düz ve sade bir tişört bulunur –neredeyse kışın bile-. Ayağında her zaman rahat bir ayakkabı vardır. Olabildiğince sade, markasız/etiketsiz, dümdüz giyinir. Saçları da her daim dağınıktır ve/fakat bu sadelik ve rahatlık bir insan evladına ancak bu kadar yaraşır. Para-pul sıkıntısı çekmez, ama bunu onun şekline-şemailine bakarak anlayamazsınız. Çantalar, cüzdanlar, telefonlar, vırtlar, zırtlar taşımaktan münezzehtir. Aklı-beyni yerinde durduğu müddetçe hiçbir yerde sıkıntı çekmeyeceğine inanır, çekmeyecektir.

Yanından arkadaşları eksik olmaz –popüler çocuklar hiçbir zaman yalnız kalmaz-. Ve hemen hepsi de Mansur gibi birer bilgisayar dehasıdır. Haberiniz yok, değil mi; Mansur bu konuda oldukça mahirdir. Bilgisayar başında legal/illegal her türlü numarayı çevirebilir. Kendisine düşman belledikleri için gerçekten de çok tehlikeli olabilir.

Karşı cins olgusu onun için bir “masal”dan ibarettir. Bir masal. Bu büyüleyici masalın gerçeğe dönüşebileceğini düşünmek ancak sizin hamakatinizle doğru orantılı olabilir. Masal her zaman masaldır. Bunu böyle kabul edip ondan zevk almaya çalışırsanız kazançlı çıkarsınız, gerçekleşeceği umuduna kapılırsanız kaybedersiniz. İşte böyle düşünen Mansur kafasında o romantik, şiirsel, düşsel Kadın’la, O’nun hayaliyle yaşamaktan hoşnuttur. Onu bulamayacağını, o hayale asla ulaşamayacağını bildiği için de boşuna onu arayıp peşinden koşmaz. O Kadın, kadınlar içinde bir yerlerde mevcut değildir. O onların bütünü, en güzel yönlerinin bir kül’üdür. O Kadın’la ilgilidir, kadınlara dönüp bakmaz bile. Nazlılar, süslüler, gevezeler, aç gözlüler, kokuşmuşlar, aptallar; yürüyen et parçası onlar. O Kadın’ın tırnağı bile olamazlar. O ne kaçar ne de kovalar; ortalarda görünmez ama hep oradadır.

Mansur “Joker cemaati” üyesidir. Bir cemaat üyesi olacağı aklının ucundan bile geçmezdi aslında, ama işe bakın ki kurucusu oldu. Aslında gönüllü değil, zorunlu bir kuruculuk bu. Bazan bir grup içinde istemeden de olsa sivrilirsiniz ve bu sivriliş, zirvede yalnız kalmanıza sebep olur. Artık istemeseniz de bir “lider”sinizdir. Mansur da, bu liderlik karizmasını tümüyle haiz, bütün Jokerciler arasında göze çarpan karizmatik bir gençtir. Uhdesindeki üyelerle birlikte maça sekizlileri, sinek papazları ve karo dörtlüleri arasında birtek olan ve göze çarpan Joker’leri toplayıp birlik kurmaya çalışan cemaati yönetir.

Gittikçe kalabalıklaşan ve geniş bir satha yayılmış olan cemaat üyeleri aslında pek sık biraraya gelmezler. Sanal ortam aracılığıyla irtibat kurup birbirlerini “simgeler” aracılığıyla tanıtırlar. “Siyasi oluşum” söylentilerine karşılık olarak “biz fıtri bir oluşumuz” derler. Ve eklerler: “yakında çok şey değişecek!”.

Mansur ateş gibi bir çocuktur. Hayal etmek, o hayallere ulaşmak, ulaşamadıklarını yaratmak ister. Başarır da. Şu konuda hemfikir miyiz acaba: bir şeyi çok, ama çok isterseniz, onu hayal ederseniz, ulaşamasanız da hiç olmazsa tadını hissedebilirsiniz. Mansur’un felsefesi tam da budur işte.

Mükemmel olmadığının farkında. Bu, olgun insanlara özgü bir haslettir. Ölümden korkuyor; ölünce birşeylerin eksik kalmasından, birşeyleri yarım bırakmış olmaktan, “yapamama”nın pişmanlığından çok korkuyor. Onun için de çok, çok çalışıyor. Sürdürülen Hayat’ın doğası gereği, herşeyi yaratmış ve en sonunda hesap soracak üstün bir gücün varlığına inanıyor.

Buna “fıtri saffet” diyebiliriz. Gencin doğası, yaşadığı toplumda istisna oluyor. Joker cemaatinin en önemli amacı da bu zaten: istisnaları, esasen doğal kabul edilmesi gereken istisnaları bulup doğallara; ezici çoğunluğa, aslında kendisinin de ne olduğunu bilmeyen, tanımlanamayan sıradan kalabalığa egemen kılmak...

Böyle durumlarda, burada olduğu gibi, bu istisnaların varlığı “deliler”in varlığıyla özdeşleşiyor. Sıradan kalabalığa dâhil olmayana deli demezler mi? E Mansur da, her Joker gibi delidir.

* * *

Şişeyi ısrarla biraz daha uzattı, kız hâlâ şaşkın. Gülerek, “senin için güzel enstantaneler bulabilirim” dedi.

Beynimiz; anlamadığımız, yabancısı olduğumuz olay ve olgular karşısında bir mantık silsilesi kurmaya çalışır. Âşina olduğu bir nokta yakaladığında da –bulmacada ipucu yakalamak gibi-, bilinmeyeni onun üzerine bina eder ve çözmeye uğraşır.

Oğlan, “Mesela buna ne dersin?” diyerek yandaki duvarı gösterdi. Kız o anda, ipucunu yakaladığını hissetti.

daha iyisini kimse yapamaz
ama hiç kimse
çünkü her sıranın bir anlamı vardır
üstteki sıra bir alttakini daha da manidar kılar
briket duvarlardan kat kat binalar yaparım!
her duvarda ayrı anlamlar gizlidir
kat kat yaparım
onları ben yaparım
daha iyisini kimse yapamaz
bir yüzünden farklı, diğerinden farklı anlamlıdır
dümdüz kusursuz ta yukarılara uzanır
bu işten anlamazsanız tabii göremezsiniz
ustalığımı
daha hiçbir şey görmediniz!

Yapanın kendi duvarı olmadığı besbelli eski bir apartman duvarına yazılmış bu garip şiir. Üstelik duvar –elbette- briket değil. Şu halde bunu yazan kişinin asıl iddialı olabileceği iş duvarcılık değil şairlik olmalı.

“Resmini çekebilirsin!” dedi kıza, gülümseyerek. Evet. Kız bu kez gazozu oğlanın elinden aldı, bir yudum içti, yavaşça yere çömeldi, gazozu yere bıraktı, makinesini çıkartıp çömeldiği yerden duvarın resmini çekti. Bir poz daha çekti. Sonra bir poz daha. İşte böyle. Sonra doğrulup bir poz da oğlanın resmini çekti.

* * *

Şoför Dursun. Adı Tur-i Sina’dan gelir. Tabii kendisi bunu bilmez. Ona bu adı koyan babası da. Bu adın öyküsü, neredeyse bütün adaşlarının öyküsü gibi doğum kontrol yöntemleri üzerinedir. Kendisinden büyük dört ve küçük iki kardeşi bulunduğuna göre, hüzünlü bir öykü olduğunu da düşünebiliriz ve buna ne Dursun’un kendisi, ne de babası engel olabilir.

Dursun ucuz ve dandik takım elbiseler giyer. Ne prens dögal’den, ne tüvitten, ne italyan yırtmaçtan; ne de monte karlo, edvardyen, lavalyenden haberdardır.

Bu tür takım elbiselerin altına genellikle kalıbı bozulmuş ayakkabılar giyilir. Ve çorabın rengi pantolona değil de ayakkabıya uydurulmaya çalışılır. Bu tür sorunlarla nâhak yere uğraşmaktansa Dursun, beyaz çorap giyerek sorunu kökünden halleder.

Berber çıraklığı, tartıcılık, pazar arabacılığı, seyyar dövizcilik yapmış. Bir süre uzun yolda direksiyon sallamış. Bir vesile ile, Kâmil Bey’le hayatları kesişmiş ve onun şoförü oluvermiş.

O, sokakta, sıradan biridir. Direksiyon başında ise imparatordur. Şoför mahali onun makamı, tahtıdır. Kendisini orada herşeyden ve herkesten güçlü hisseder; arabanın içi, onun için bir mücerret âlemdir. Bu âlemin tek efendisi Dursun’dur.

En büyük hayali, birgün kendi arabası olduğunda onunla “uzaklara, çok uzaklara gitmek”tir. Tek başına. Hiç durmadan. Yıllarca gitmektir.

Onun bu yüce makama cülûsunun ardında elbette Kâmil Bey vardır. Kâmil Bey onu genç yaşında karanlık âlemlere dalmaktan kurtarıp makam sahibi yapmıştır. Kendisi bu şerefe tam on üç buçuk yıl önce, tek başına bir şarampolde Hakk’ın rahmetine kavuşan selefinin ardından nail olmuştur.

Kâmil Bey onun için patrondan öte bir baba, bir ata olagelmiştir. Bu büyük saygıdan olsa gerek, Dursun, her hafta sonu kaymak gibi ense tıraşı olur.

* * *

Kâmil Bey sinirlenince sesi yükselmez ancak aksanlı konuşur. Dursun, patronunun arka koltuktaki telefon görüşmesini her on saniyede bir baktığı dikiz aynasından dikkatle takip etti. Birilerine emirler yağdırdıktan sonra telefonu kapatırken titreyen eli gördü, dikkatini yola verdi.

Kâmil Bey böyle günlerde gezmek ister, işe öğleden sonra gider. Yine her zaman olduğu üzere, Dursun’a döndü ve yıllar önce Turgut Baba’nın Semra Anne’ye “Semra bi kaset koy da neşemizi bulalım” dediği gibi müzik talebinde bulundu. Müzeyyen Senar arşivinden nadide bir albüm seçildi ve şarkı dönmeye başladı.

Uzunca bir gezintinin ardından, Kâmil Bey, arabayı Cadde’ye yakın bir yerde durdurdu ve az ileride bulunan, aslında hiç de tarzı olmayan kafeye doğru yürümeye başladı. Dursun kalabalıkta bir delik bulup aracı sığıştırmayı başardı ve patronu beklemeye koyuldu.

* * *

Mahmure bir grup çirkin binanın tepesindeki çanak anten güruhunun resmini çekerken Mansur onu bekledi. Kıyamet resimleri bunlar. Yaklaştığına çalıştığı kıyameti özel bir koleksiyon çatısı altında belgelemeye çalışıyor. Ardından birlikte, inançlı bir Katolik çiftin pazar ayini için kiliseye gidişi gibi sükût içinde, birşeyler atıştırırken konuşmak üzere bir kafeye doğru yollandılar.

Kız yolda tekrar durup, kapkaççıya çantasını kaptırdıktan sonra bağıra bağıra ağlayan bir genç kadının resmini çekti.

İki genç yeniden, müziğin baskın olduğu sessiz bir film karesindeymiş gibi ara sıra bakışarak, mırıltıyla birşeyler konuşarak, çok eskiden tanışıyormuş gibi yollarına devam ettiler.

* * *

Kafede. Kızla oğlan, yüzleri aynı yöne dönük, ihtişamlı bir adı ve fiyatı olan ama aslında ekmek arası domates-peynirden başka birşey olmayan sandviçlerini yiyip kahvelerini içerken Kâmil Bey, elinin titremesi geçmiş, yaprak sigarasını tüttürüyordu. Kafe kalabalık. Kalabalık bir kafede biraz dikkatli, biraz yukarıdan bakmayı becerebilirseniz, birbirinden bağımsız ve ilgisiz pekçok hayatın bir noktada, aynı noktada kesiştiğini görebilirsiniz. Bu hayatların kimi başlangıcında, kimi düğüm noktasında, kimi de sonlarındadır. O kalabalıktaki herkesin bir hayatı ve öyküsü vardır. Her hayat ayrı bir dünya. O kafede oturan herkes bunun farkında mıdır? Hayatlarının, kendi öykülerinin veya bu hayatın anlamının bilincinde midirler? Galiba bunu birtek o kalabalığa biraz dikkatli, biraz yukarıdan bakmayı becerebilenler için söyleyebiliriz.

* * *

Dursun sigara içmenin şehvete benzer o saçma dürtüsüyle irkilip ceplerini yoklayınca sigarasının bittiğini farketti. İç cebindeki boşalmış paketi avucunun içinde yumru yapıp arabadan indi, merkezî kilit sinyalini öttürerekten, köşedeki büfeye kadar yürüdü. Bir paket o pis kokan sigaradan aldı, paketi bir hışımla açtı, tıpkı bir film karesindeki gibi. Sigarayı ağzına götürürken yüzüne güneş vuruyordu, yoldan akıp giden kalabalığa bir sessizlik çökmüştü; güzel bir parça, belki filmin tema müziği arkada biryerlerde çalınıyordu; Dursun’un önünden bir grup güvercin havalanıp uçtu.

Kâmil Bey, Mahmure ve Mansur’un da içinde bulunduğu kafenin olduğu bina müthiş bir gürültüyle infilak ederken Dursun sigarasını yakamadan düşürdü. Tema müziği patlama sesini bastırır gibiydi yahut patlamanın şiddetiyle kulaklar zaten işitmez olmuştu. Toz-duman içinde bir anda göz gözü görmez oldu, ağır çekimde ilerleyen film karesi yavaşça karardı ve son buldu. Bir küçük kıyamet gibi.

O esnada kafede oturanlardan, hamile kıyafetli ve tedirgin yüz ifadeli bir genç kadının aceleyle kadınlar tuvaletine girdiğini, biraz dikkatli, biraz yukarıdan bakmayı becerebilen birileri dışında kimse farketmemişti.

* * *

Bu eylemi üstlenen birileri olacak mı? Bunu ben üstlenebilirim. Evet ben –bu satırların yazarı, bu öykünün ve kahramanlarının yaratıcısı-, bütün bu insanları ben öldürdüm. Onların hayatlarına son veren veya bu hayatların yarım kalmasına sebebiyet veren benim. Fail benim. Onları, bu Hayat’ı yaratma istek ve iradesine, gücüne sahip olduğum bir gerçektir; ama onları öldürmek?.. Hayır, onları öldürmek hakkına sahip olmadığımı kabul ediyorum.

Tıpkı filmlerdeki gibi. Tıpkı, filmlerdeki, gibi. Düşündünüz mü hiç: aslında filmlerde ölen insanların da birer hayatı, öyküsü, ailesi vardır.

Ama Hayat acımasız... Ve ölüm bir son değil.

Ölüm bazan güzel bir şiirin son mısraı gibi ihtişamlı oluyor. Bazan ara mısralardan biri: devamını bekliyorsunuz ama gelmiyor. “Anlam yüklü” anlamsız bir ölümle noktalanabilirken, anlamsız sürdürülen bir yaşantı muhteşem bir ölümle efsaneleşebiliyor.

Yaşamanın bir amacı olduğu gibi ölmenin de bir amacı olabiliyor. Hatta bazan ölüm; tabii eğer bir şey uğruna ise veya başkalarının hayatı için yeni, güzel bir başlangıca vesile olacaksa, Hayat’ın “yaşanılan bölümü”nden daha değerli olabiliyor.

Kendi ölümümüz; hayatımızın nihayeti, yeni bir hayatın alâmeti, veya yalnızca bir merhale, teşekkül, transformasyon olacaksa... başkalarının ölümü bizim için ne ifade eder?

Yaşantınızı, yaşanılanları, HAYAT’IN ANLAMInı sorgulamak zorundasınız.

Evet.