30 Ekim 2011 Pazar

Dans!..



İnsan hayatının üç boyutlu bir tasviri olan dansın gücü simgeselliğinde gizlidir. Kristalize olmuş bir simgeler bileşkesi olarak dans, bu simgelerin insan vücudunda şekil bulmuş hâlidir. Öncelikle, ruhsal âlemlere ulaşmak için fizikselliğin sınırlarını aşmak isteyen insanoğlunun çabalarını dile getiren bir simge sayılabilir dans. “İnsanı temsil eden bir görüntü” oluşturmak için bedensel davranışlar kullanılır.

Ancak dansın bir bedensel yeterlilik veya kabiliyet gösterisi olarak görülmesi, dansın sanatsal işlevini ortadan kaldırır; onu salt eğlence, akrobasi veya cimnastik sınıfına koymamıza neden olur. Zira sanatı sanat yapan ölçü, araçlarının ifade yüklü olmasıdır. Bu noktadan hareketle, kişisel veya grup becerisine dayalı kinetik unsurların tamamını “dans” başlığı altında tasnif edebilsek bile, bu unsurların tümünü “sanat” adı altında açıklayamayız.

Ayrıca diğer sanat dalları gibi dansı da, davranış bilimlerine ve tarih, antropoloji gibi beşeri bilimlere dayalı farklı okumalara tâbi tutabiliyoruz. Bu okumaların çoğu sosyolojik ve sosyo-psikolojik olmak durumunda.

Bugün biliyoruz ki dansın ana ilham kaynakları öncelikle eğlence ve dînî ritüellerdir. Rüzgârda ağaçların, çiçeklerin salınışı, yılanın kıvrılışı, ateşin hareketi veya fırtınalı denizde dalgalanmalar gibi –mimesis ile açıklayabileceğimiz- menşei doğa olan danslar ile, matem ve savaş gibi sosyal olgular üzerine kurulu danslar da, bu olgunun bir sanat dalı olarak doğuşuna öncülük etmiştir.

Hıristiyanlığın gelişmesiyle doğan ahlâk anlayışı; dansı aşk, şehvet ve şiddeti çağrıştıran bir unsur olarak görmesi ve buna karşı tavır alması, dansın en azından Batı’da yüzyıllarca tahkir olunmasına yol açmıştır. Yine kendisiyle hemen hemen ortak araçları (insan bedeni ve sesi) kullanan farklı sanat dallarının (tiyatro, opera, pantomim, sinema; bizde meddah, ortaoyunu, vb.) gelişimi de, ifade biçimi temelde simgelere dayalı ve en eski sanat dallarından biri olan dansın gelişimini sekteye uğratmıştır. Özellikle modern çağda sinemanın devreye girmesiyle bir sanatsal faaliyet olarak geri planda kalmıştır.

İlk çağlarda tiyatro ve modern çağda sinema, bir sanatsal araç olarak insanı farklı kılıflarda ve çok çeşitli yönleriyle kullanarak çığır açmıştı. Bu sanat dallarındaki görsel ve işitsel öğelerin çokluğu, herbiri ortaya çıktığında dansı geri plana itmede etken oldu. Ayrıca bu sanat dalları, bu varyasyonlar içinde dansa da yer veriyordu. Dansa eşlik eden müzik de en şık ve çeşitli örnekleriyle bu sanat dalları içinde pek âlâ yer bulabiliyordu. Dansın işlediği bütün temalar, bu diğer üç boyutlu insanlı temâşâ (gösteri) sanatlarının tümünde de işlenebiliyordu. İşte temelde bu nedenlerden ötürü dans, diğerleri yanında bir sanat dalı olarak gelişimini rahatlıkla sürdüremedi, bunların gerisinde kalmaya mahkûm oldu.

Oysa ki dans, insan duygularının en kolay, estetik ve –ve çoğu zaman zevkli- ifade biçimlerinden biri olmuştur.zaten bu nedenle en eski çağlardan beri –hiç olmazsa bir davranış biçimi olarak- varlığını sürdüregelmiştir ve sürdürecektir de.

Ancak biliyoruz ki, eski çağlarda dansın insan hayatındaki yeri ve önemi çok daha büyüktü. Bu bilgiyi Eski Mısır, Yunan, Orta ve Uzakdoğu ile Güney Amerika medeniyetlerine ait yazılı ve görsel kaynaklarından rahatlıkla edinebiliyoruz.

Az önce de belirttiğim gibi, basit ve simgesel ifade biçimleri yerini daha sofistike olanlara bıraktı. Bunun nedenlerini de yukarıda açıkladım. Modern çağlara yaklaşıldığında bu hareket ivme kazandı, bu duruma dans da dahildir. Bu durumun nedeni olarak da değişen sosyal ilişki biçimleri, hayat tarzları ve standartları gösterilebilir. Elbette bunun geri planında da üretim ve paylaşım tarzı ve ilişkileri ile teknolojik gelişim bulunuyor, yani klasik altyapı unsurları..

Dansta da modernleşme öncesi ve sonrası, bu yönde yeni açılımları görüyoruz. Bu açılımlar Batı’da ve öncelikle bale, sonra salon dansları (ki vals bu konuda öncü örnektir) ve nihayet modern danslar olarak tezahür etti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder