12 Şubat 2012 Pazar

Babil Astronomisi


Dr. İmad Ahmed, Maryland Üniversitesi
Çeviri: Alp Çetiner

İ.Ö. on yedinci yüzyıla tarihlenen Ammiza-duga’daki Venüs tabletleri hariç, mevcut Mezopotamya astronomik yazıtları İ.Ö. 650 ila 50 yılları arasında yazılmıştır. Bu çiviyazılı kil tabletler astronomik günlükler olarak anılır ve bunlar uzmanların hatasız gözlemleri, profesyonel astronom yazmalarıdır.

Tipik bir günlük girdisi bir önceki ayın kaç gün çektiği ifadesi ile başlar. 29 veya 30 gün çekmiş olmalı. Ardından, mevcut ayın ilk gözlemi –hilalin çıktığı günün gün batımı ile Ay batımı arasındaki süre- veriliyor, bunu dolunay zamanındaki ay batımı ile gün doğumu ve ay doğumu ile gün batımı süreleri takip ediyor. Ayın sonunda, hilalin yükselmesiyle eksilmesi arasındaki süre kaydedilmiş.

Güneş veya Ay tutulması olduğunda günü, saati, süresi; görünen gezegenler, yükselen yıldız ve tutulma esnasında esen rüzgar not edilmiş. Çeşitli gezegenlerin dönüşlerindeki kayda değer noktaların tümü çizelgede gösterilmiş; gündönümleri, ekinokslar ve Sirius’un önemli görünümleri verilmiş.

Babilli astronomlar gökyüzündeki yıldız yerleşimleri için referans olarak otuz yıldızdan oluşan bir setten istifade ediyorlardı ve astronomik günlüklerde Ay’ın ve gezegenlerin yerlerini bu yıldızlara göre ayrıntılarıyla veriyorlardı. Ayrıca günlüklerde kötü hava koşulları veya –gökkuşağı, ışık haleleri gibi- alışılmadık atmosfer olaylarına ilişkin raporlar da yer buluyordu. Ve son olarak yangın, hırsızlık, fetihler gibi mahalli öneme sahip çeşitli olaylar, Babil’de nehrin yükselme ve alçalma miktarı ve bir gümüş şekele satın alınabilecek çeşitli eşyalar dikkatli ve çalışkan astronomların raporlarında yer bulmuştur.

İ.Ö. altıncı yüzyılda Babilli astronomlar bir ay içindeki Ay doğumları veya batımları ve gün doğumları veya batımları arasındaki beklenen zaman aralıklarını önceden hesaplıyorlardı. Bu hesaplar sistematik gözlemlere dayanıyordu. Sonra bunları Güneş’in aylık hareketleri, Güneş’in ve Ay’ın pozisyonları, gündüzün ve gecenin uzunluğu, tutulma uyarı endeksi, Ay’ın günlük hareketlerinin yıldızlara oranı ve diğer ilgili bilgiler sayısal çizelgelerde birleştiriliyordu; bu hesaplar Ay’ın ne zaman ne durumda olacağını kesin öngörülerle ve ayrıntılarıyla içeriyordu.



Ninova (K 8538), Asur yıldız haritası. Alttan saat yönünün tersine: Sirius (Ok), Pegasus + Andromeda (Tarla + Saban), [Koç], İkizler, Kova + Başak, Terazi. Çizim: L.W. King, düzeltmeler: J. Koch. Neue Untersuchungen zut Topographie des Babilonichen Fixsternhimmels (Wiesbaden 1989), s. 56ff.

Gezegenler de benzer önemi haizdi, ancak bunların hareketleri düzenli değildi, Mezopotamyalı astronomlar bunları hesaba katabilmek için matematiksel teknikler kurup işletmek zorunda kaldılar. Mesela Jüpiter, Zodyak üzerinde neredeyse tam 12 yıl içinde kendi yolunu izler, her bir yıl az veya çok farklı bir alana veya takımyıldıza doğru hareket eder. Yine her yıl Güneş’e karşı konumda görünür –gün batımında yükselmek, gün doğumunda batmak gibi-, ancak Jüpiter’in hareketi düzenli değildir, her yıl tam olarak aynı tarihte aynı pozisyonu almaz. Babilliler bunu bugün bizim yaptığımızdan biraz daha farklı bir biçimde ifade etmişlerdi ve Jüpiter’in her karşıt konumunu açıkça belirtmeyi tercih etmişlerdi. Sonuç aynı, yine de onların çizelgeleri Jüpiter’in bu düzensiz hareketini 12 yıllık döngünün ilk yarısı içinde her karşı hareket için aynı miktarda artan değişim hareketiyle ve döngünün diğer yarısı süresince azalan değişim hareketiyle karşılamıştı. Gezegenin birbirini izleyen hareketleri haritada işaretlendiğinde bir zigzag çizgi ortaya çıkıyor.

Elbette Babilliler bu düzensiz hareketlerin kesin tasvirini hiçbir zaman tam olarak geliştirmediler, ama Mezopotamya’nın sonraki hanedanları ve özellikle Seleukos (İ.Ö. 301-164) döneminde, Büyük İskender’in ölümünü müteakip (bu dönem Kalde dönemi olarak anılır), astronomlar Ay’ın ve gezegenlerin bu zigzag işlevi ile oluşan periyodik ivmelerine yaklaştılar. Bunu grafik olarak olmasa da sayısal olarak yaptılar ve teknikleri amaçları için yeterince iyi çalışıyordu.

Babil astronomisinin geniş yazılı kayıtlarına rağmen, eskiçağda Mezopotamya’da kullanılan gereçler hakkında çok az şey biliyoruz, hatta mevcut olması gereken gözlemevleri ile ilgili bilgimiz daha da az. Londra British Museum’da kilden yapılmış bir usturlab sergileniyor. Aslında gerçek bir usturlab gökyüzündeki cisimlerin açısal yüksekliğini ölçerdi, bununla birlikte, Asurlulardan kalma aygıtlar daha çok gökyüzündeki bölgelerin bir diyagramı gibi. Bunlar astronomlara zaman kazanmaları için yapılan astronomik bilgi kitapçıkları gibi görünüyor. Birkaç sınırlı referanstan ibaret olarak geçişleri, gnomonu (Güneş çubuğu) ve su saatini ölçmek için kullanılan bir aygıt; Babil astronomik aygıtları üzerine bütün bildiğimiz bu.

Bizim için sürpriz olmamalı, yine de eskiçağ uygarlıklarına ait astronomik aygıtlar veya gözlemevleri bulmak çok zor. Bugün bunlardan çok sayıda olduğunu söylemek mümkün değil, öte yandan belki bu gözlemevleri bugün de mevcut ancak biz bunların ne olduğunu tanımlayabilmiş değiliz. Kullandıkları mevcut ekipman muhtemelen yok olup gitmiştir ama eskiçağ astronomlarını barındıran duvarlar belki hala ayaktadır. Şayet bu tür gözlemevleri dönemin tapınakları veya sarayları ile birleşik yapıda ise, bunları bugün tanımlamak daha da zor. Astronomik düzenleme içeren bir yapı bulsak, bunun ritüel amaçlı mı, gözlemevi amaçlı mı yoksa her ikisi mi, söylemek her zaman kolay değildir.

Hemen bütün antik panteonlara ilişkin ortaya konulanlar açıktır: En azından tanrıların bazıları, sıklıkla en önemli olanları, gökyüzünde bir nesnedir. Buna ilişkin benzeşim nedenlerini anlamak zor değildir. Gökyüzü nesnelerinin düzenli hareketleri, onları düzenin aşağıdaki dünyaya anlam yüklemeye yardımcı olan vasıtaları, yardımcıları kılmıştır; bunların sınırsız yinelenen tezahür edişleri ve kayboluşları, ölümsüzlüklerine işarettir; ışıkları dikkat çekmiştir ve karşı konulmaz gücü empoze etmiştir. Ve gökyüzünde olmak, dünyadan bakış açısı ile, doğal olarak tanrıların her şeyi bilmeleri gerektiği, çünkü her şeyi görebildikleri varsayımını getirmiştir: Dünyayı görecek kişinin cennette olması gerekir.

Bununla birlikte özel/belirli tanrılar farklılık arzedebilir, bunlara denetim için inanılır, denetim onların paylaştığı doğal özelliktir. Neyi denetim altında tuttukları ve bunu nasıl yaptıkları tam olarak ne tür tarılar olduklarına bağlıdır. Gökyüzündeki tanrılar bir zaman koridorunu işaretleyip ölçerek denetim altında bulundururlar. Geliş ve gidiş durumları vasıtasıyla yer ve yön denetimi yaparlar. Zamanın ve mekanın efendileri olarak dünyayı hareket ettirirler. Onu değiştirirler. Gündüz geceye evrilir. Kış bahara döner. Nehirler akar ve çağlar. Tahıl filizlenir, büyür ve olgunlaşır. Dünyanın bu döngüsü içinde ve günlük yaşantımızda bu değişimi görürüz ve bu gökyüzü tarafından yürütülür.

Eğer ölümsüzlüğü arıyorsak gökyüzü başlamak için doğru yerdir. Orada sonsuz döngüyü görüyoruz. Buna rağmen birgün öleceğimizi biliyoruz; gördüğümüz Güneş, Ay ve yıldızlar is geceler, aylar, yıllar boyunca da baki kalacak. Gözden kaybolabilirler ama yoklukları geçicidir.


Gökyüzü ölümsüzlük idrakimiz üzerine bize kesin imajlar veren birkaç şeyden biridir. Gökyüzünün kendisi ebedidir ve onun sakinleri sürekli yeniden ortaya çıkar. Orada, göksel koridorlar ve dönüşler içinde neyin ölümlü ve neyin ilahi olduğu konusunda bir tezat vardır.
Gökyüzü tanrılarının gücü ışıkları vasıtasıyla temayüz ederdi. Güneşin altında duran biri onun enerjisini hisseder. Onun sıcaklığı su götürmezdir. Açıkça daha zayıf olsalar bile, Ay ve gezegenler de saygıya layıktır. Onlar sadece karanlık gökkubbeyi aydınlatmıyorlar, kimi zaman alacakaranlıkta ve hatta bazıları gün ışığında bile parıldıyorlardı. Tekrar edelim, tanrılar ışık ile birlikte düşünülürdü.

Mesela, Ani veya An Sümer tanrılarının en büyüğüydü. Adı “gök” ve “yüksek” anlamına geliyordu ve adının yazılı sembolü diugir kelimesiyle zikrediliyordu: “ışıldamak”.

Ay’ın daha yumuşak, endirekt ışığına eşit ihtiram gösterildiği, İ.Ö. üçüncü binyılın Mezopotamyası’ndaki Ur’da bulunan bir yazıttan anlaşılıyor:

“Nanna, yüce efendimiz, ışık berrak gökte parıldıyor, başında prens başlığı giymiş, gündüzü e geceyi ileriye taşımak için doğru tanrı, ayı yıla tamamlamak için tesis ediyor.”

Bir başka Sümer duası İnanna’nın parlaklığına yakarıyor, akşamın alacakaranlığında tanrıça Venüs:

“Gökte yanan saf meşale, cennet ışığı gündüz gibi parıldıyor, cennetin ulu kraliçesi, İnanna, selam olsun sana… Majestelerinin, onun yüce şanının, onun aşırı tevazuunun, onun gece gökyüzünde göze çarpan parıltısının, onun Güneş ve Ay gibi gökte salınışının, kuzeyden güneye bütün diyarlarca bilinen yüceliğin, kutsal cennetin Hanımefendisi, sana neşideler sunarım.”

Göksel nesnelerin özel görünümü ve davranışları farklı dönemlerde, farklı bölgelerdeki farklı toplumlarca saptanıp onlara aynı sembolik değerler yüklenmiştir. Mesela Güneş, mevsimler arasında düzen içinde ilerlemesi hasebiyle hem en güçlü hem güvenilir sayılır, ayrıca bu özellikler pek çok topluma otorite, kanun ve sosyal düzen kaynağı olarak ilham vermiştir.
Eski Babil’de, güneş Şamaş’tı. Onun her şeyi gören gözü her şeyi kaydeder ve yargılardı. Adalet onun nezdinde idi. Babil kanunlarının büyük yazıcısı Hammurabi, ünlü kanunlarıyla bir taş blok üzerinde, onun önünde ayakta dururken görülüyor. Bu kanunlar vasıtasıyla Güneş’in düzeni yeryüzüne bahşediliyor.




Güneş ile mukayese edince Ay’ın hızlı değişimi onu pratik olarak daha başına buyruk kılıyor, ancak onun zamanın hakemi olarak benimsenmesi, onun pek çok toplum tarafından tanrı statüsüne yükseltilmesine yol açmıştır.


Babil’in ay tanrısı Sin, “bilginin efendisi” idi.





Takvim ve astrolojik hareketleri yönetiyordu. Bir aydaki günlerin sayısı ile uyum içindeydi, onun kutsal sayısı 30 idi.



Antik Yunan ve Roma’nın çok erken dönemlerinde gezegenler arasında fark gözetilmezdi. İ.Ö. dördüncü yüzyıla ait bir yazmada Platon, tanrı olarak beş “avare”den (wanderer) bahseder ve yabancılardan alınmış kimi Olimpos tanrıları ile ilişkilendirerek onları tanıtır. Bu yabancılar muhtemelen Mısır veya Mezopotamya’dan gelmişlerdi. Bir diğer husus, Babilliler’in gezegen tanrıları nitelikler ve özellikler bakımından bu Yunan tanrıları ile benzerlik arzeder, bununla birlikte erken dönem Mısır gezegen tasvirleri daha farklıdır.

Eski Babil’de Marduk tanrıların kralı olarak taltif edilmişti ve oldukça belirgin şekilde Jüpiter gezegeni ile ilişkilendiriliyordu. Eski Yunan’da Zeus Olimpos tanrılarının başı idi veJüpiter üzerinde egemenliği bulunuyordu. Bu yaklaşıma göre Marduk’un bir kopyası idi. Aksine, Mısırlılar Jüpiter’i –ayrıca Mars ve Satürn’ü de- şahin başlı gökyüzü tanrısı Horus  olarak tasvir ederlerdi.

Jüpiter/Marduk Babil’de üstün tutulurdu, bu nedenle dünyanın yaratılışından, onu kaosun içinden düzene taşımaktan” sorumlu tutulurdu. Babil yaratılış efsanesi yazmaları tabletler üzerinde muhafaza edilmiş; bazıları İ.Ö. yedinci yüzyılda Asur kralı olan Asurbanipal kütüphanesinden ancak mazisi çok daha eskidir, öyle görünüyor ki İ.Ö. 1800’lerde Eski Babil İmparatorluğu döneminde türemiştir. Efsaneye göre Marduk, kaos ejderhası Tiamat’ı öldürerek düzeni sağlar. Canavarın bedeninden gökyüzünü ve denizleri biçimlendirir ve zaferinin meyvelerini toplar. Hizmetine karşılık düzenli kainatı şekillendirme hakkına sahip olur. Öncelikle göğü düzenler, onu diğer tanrılar arasında pay eder, tepemizde takımyıldızlara sembolize edilen budur. Ardından sıra yıla gelir. Marduk yılın ne uzunlukta olacağına karar verir, onu aylara böler, bunların bölümleri kendisinin seçtiği yıldızlarla düzenlenir. Diğer göksel düzenlemeler de Marduk tarafından yerine getirilir, dünyayı düzene koyar. Ufku, zirveyi, Güneş’in doğacağı yeri ve izleyeceği yönü saptar. Ay’ı yerine yerleştirir ve aydınlık ve karanlık sürelerini pay ederek ayın günlerini belirler.

Jüpiter’in gökte ilerleyeceği yola Marduk karar verir, yıldız e gezegenlere rehberlik eder. Bunları yapmak garip bir seçim gibi gelebilir. Sabit ve kararlı Güneş belki de bütün bunları daha iyi yapabilirdi. Ancak Jüpiter’in izlediği ekliptik, Güneş’in bir yılda izlediği yol, eskiler için bilinen diğer gezegenlerinkinden daha aşina idi. Ayrıca Jüpiter’in yıldızlar içinde aldığı konumlar neredeyse tam 12 yılda bir kendini tekrar eder. Mesela, Jüpiter 12 yılda bir (aslında 12 yıldan sadece 5 gün daha uzun bir sürede) 12 kez Güneş ile karşıt konuma gelir ve son karşılaşma, ilkiyle aynı yıldızlar arasında olur.

Jüpiter hareketinin görünümü, gece gökyüzündeki yıldızlar gibi parlaktır, muhtemelen bu durum eskiçağ astronomlarını etki altında bırakmış ve bu gezegeni bir referans olarak kullanmışlar, öyle görünüyor ki bu yolla efsaneye de girmiş. Muhakkak ki yine de net olmayan şeyler var. Metinde gezegenin ismi Nebiru olarak geçiyor. Bununla birlikte bu Jüpiter demek idi, aynı zamanda başka anlamlara da geliyordu, direk/mil/kutup/eksen gibi. Kuzey göksel kutup göğün dönüşü üzerine anahtar role sahiptir, biri veya hepsi yaratılış efsanesinde kastedilmiş olabilir.
Diğer gezegenler de önemli role sahiptiler, eskiçağ kültürlerinin panteonlarında sıklıkla benzer roller üstlendiler. Ve böylece Babilliler aşk ve bereket tanrıları İştar’ı Venüs gezegeni ile ilişkilendirdiler. Aynı şekilde Eski Yuna ve Roma da bu geleneği sürdürdü.





Parlaklığından ayrı olarak, Venüs’ün en ayırt edici özelliği gece ve gündüz yıldızı olacak şekildeki döngüsüdür. Bundan dolayı Venüs’ü –balıkçıl benzeri, Phoenix/Zümrüdüanka ile bir tutulan- Bennu ile sembolize etmişlerdir.



Bennu Osiris’e aitti, çünkü muhtemelen Mısırlılar ölüm ve yeniden dirilişi bu gezegenin akşam ve sabah görünümleri ile ilişkilendiriyorlardı, veya belki de onun arkasındaki Güneş ile olan bağı ve görünüm süresi ile… İştar’ın yer altı dünyasına inme efsanesi ile de benzerlik kurulabilir.
Babilliler arasında Merkür Nebo idi, tanrıların elçisi ve kayıt tutucusu idi. Elçi olarak anılmasının nedeni, Güneş’in batısından doğusuna doğru seyreden yörüngesinde, gezegenler içinde en hızlı hareket eden gezegen olması olabilir. Merkür’ün bu durumu, Yunan ve Roma’da da onu ölüm diyarında ruhların refakatçisi olduğu gibi tanrının elçisi de yapmıştır.

Mars’ı gece gökyüzünde bulmak kolaydır. Kırmızı rengi onu diğer gezegenlerden ve çoğu yıldızdan ayırır. –Kana benzeyen rengi- onu savaş tanrıları ile ilişkili kılar: Babil’de Nergalin, Yunan’da Ares ve elbette Roma’da Mars.

Son olarak Satürn, Babilliler’ce Ninib olarak bilinen “avare yıldız”dır. Güneş tanrısı ve Nippur şehri koruyucusu olarak başladığı ilk kariyerinden sonra Ninib bahar ve ekim/dikim ile ilişkilendirildi.

Şamanlar ve astronom-rahipler yukarıda olan biteni gözlemleyerek takvimleri ve seremonileri düzenlediler. Onlar tanrıların bölgesine ve kozmik düzenin kaynağına girmiş oldular; kozmosun “bilgisi”ne erişmek için onlara izin verilmiş oldu. Bunun ardından göksel işaretler vasıtasıyla tanrıların istek ve niyetlerini yeryüzüne ulaştırmış oldular. Bu durumun sonucunda kahinler ve kehanetler ortaya çıktı, ay kahinleri gibi. 1900 Yılı’nda Asurolog R. Campbell Thomson, yüzlerce astronomik kehaneti “Ninova ve Babil Astrologları ve Büyücülerinin Raporları” başlığı altında topladı. Bunların pek çoğu Ay’ı içeriyordu:

“Ay sabit konumda göründüğü zaman, tanrılar ülkenin mutluluğunu planlıyor demektir.”

Metin beklenen şeyin ilkdördünde gerçekleşeceğine işaret ediyor.

“Ay hesaplanan sürresinin dışına çıktığı ve görünmez olduğu zaman, güçlü bir şehrin istilası gerçekleşecek.”

Alışılmadık veya beklenmedik bir davranış mesaj olarak görülmüş. Görüşler kötü olabilir, ama doğru kelime veya tılsım tehlikeyi önleyebilecek bilgili bir rahip tarafından dile getirilmiş.




“Adar ayında Ay göründüğünde boynuzları sivri ve karanlık, prens güçle büyüyecek ve diyar bolluk ve berekete kavuşacak.”

Bu metinler bize, Babilli kahinlerin takvimin öngördüğü ve gökyüzünde gerçekte olan arasındaki gözlemi değerlendirdiğini söylüyor. Beklenen durumdan sapışlar kaygıyla izlenmiş.

Mezopotamya’da bölge medeniyetini kuran, ilk takvimi kullanıma sokan muhtemelen Sümerler’dir. Sümer takvimi Ay takvimi idi, ancak ayları ilkdördün batıda belirdiği zaman başlardı. Babil yaratılış efsanesindeki bir bölüm, Marduk’un Ay’ın yörüngesi ile ilgili olarak Ay’a talimatları üzerinedir:

Ay’ı öne koydu; geceyi ona emanet etti, zamanı ölçmesi için ve gecenin süsü olarak görevlendirdi. Ve hiç aralıksız her ay bir kral olarak belirlendi. “Hilal tepede altı gün boyunca boynuzlarıyla ışıldayıp yükselirken, yedinci gün, kral(ınız)ın yarısı görünür. Ve (ardından) on beş günlük süreler halinde birbirinin tıpatıp aynısı iki yarım görünür. Daha sonra da Güneş üzerinizde cennette galebe çalar, adım adım eksilir, gelişmenizi tersine çevirir!”

“Kral” Ay’ın tam daire şeklindeki (dolunay) aydınlık halidir, elbette “boynuzlar” da hilale işaret eder. Yedinci gündeki “yarım kral” ise ilkdördünü tarif eder ve metnin geri kalanı ayların nasıl devam ettiği üzerine olmalıdır.

Sümerliler’e ait ay isimlerinin bazıları tabletler üzerinde günümüze kadar gelmiştir ve Mısırlılar’da olduğu gibi, aylar içindeki bayramlara işaret eder: “Şulgi Bayramı Ayı” ve “Ningursu Arpası Yeme Ayı” gibi. Bayramlar Ay‘ın görünümlerine göre düzenlenmiş ve ilk hilal, ilkdördün (yedinci gün), dolunay (on beşinci gün) ve son gün şeklinde takvime bağlanmıştır.



Sümerliler yılı yaz/emeş ve kış/orenten şeklinde bölmüşlerdir. Biliyoruz ki yeni yıl tatili kralın bir yüksek rahibe ile sembolik olarak evlenmesi şeklinde kutlanırdı.

Evlilik ritüeli çiftçilerin tanrısı Dumuzi ile bereket ve aşk tanrıçası İnanna’nın evliliğini canlandırıyordu, takvimdeki yeri de doğanın canlanıp çiçeklerin açtığı bahar mevsimi idi.
Tabii ki Mezopotamya Ay takvimini mevsimlere göre tutmak bir hesap şekli idi ve tabletler sonbahar ekinoks ayından önce fazladan bir ay daha ilave edildiğini yazıyor. Diğer metinler de bu ekinokstan önce gelen bir “on üçüncü aya” işaret ediyor. İ.Ö. 1000’lerde takip edilen yöntem ve Babilli takvim rahiplerinin sekizer yıllık hesapları bu yönde idi.

Bu periyotta üç fazladan ay eklenirdi.

Kaldeliler zamanında da “Metonik” veya 19 yıllık döngüde 7 fazladan ay kullanımı mevcuttu.
19 dönence yılı veya 235 Ay  (lunar) ayından müteşekkil bu zaman aralığı daha sonradan Yunan astronom Meton tarafından adlandırıldı ve Meton, İ.Ö. beşinci yüzyıldan itibaren bunun Akdeniz coğrafyasında kullanımına önayak oldu.

Bununla birlikte bu sayısal bir kural gibi gözükse ve bu periyotta bir göksel olay gözlenmese de, fazladan ay eklenen yıllara rastlanılmıştır. Tablet ve Mezopotamya astronomisi uzmanı A. Sachs, bu hesapların, Sirius’un yükseldiği özel bir aya göre düzenlendiğini düşünüyor. Eğer öyle ise gökyüzünün en parlak yıldızının mevsimlerin belirlenmesi ve eskiçağ toplumlarının takvimlerinin kalibrasyonu konusundaki önemli rolü gündeme geliyor. Sirius’un astronomik özellikleri –parlaklığı ve görünme zamanı-, her nerede görünürse görünsün değerli kılıyor.

Mezopotamya Ay takvimini tutmak ve mevsimleri belirlemek için hangi yöntemin kullanıldığının bir önemi yoktu, fazladan ayı eklemek için kralın onayı gerekiyordu.

Zaman, göğü inceleyen şamanlar ve takvim rahiplerinin tuttuğu göksel çeteleler ile ölçülüyordu, neticede kozmik düzenin döngüsünde son dönüşünü yapıyor ve yeni bir tura başlıyordu. Bu kutsal teknisyenler zaman içine yayılmış törenleri de saptıyorlardı.

Bu anı yoğunlaştırır ve gökyüzü şekillerini yansıtırdı. Ancak bu tür anlar yılın muhtelif zamanlarında olur. Yılın bir bölümüne sıkıştırma zorunluluğu yoktur. Toplum içindeki hangi gruplar tarafından, bunların nerede yaşadıklarına, yaşam tarzlarına ve mevcut kozmik düzene bakış açılarına göre değişirdi.

Mezopotamya’da Babilli rahipler, yeni yıl merasiminde bir çeşit ayin drama sergiliyorlardı. Bu aynı zamanda Babil yaratılış efsanesi Enuma eliş’in yeniden canlandırılması anlamına geliyordu. Rahipler ayrıca Marduk’un kaos üzerine galebe çalması ve kozmik düzeni kurması üzerine bazı önemli olayları da canlandırıyorlardı. Dikkate aldığımız diğer ayinlerden farklı olarak yeni yıl merasimi kış mevsiminde herhangi bir yer işgal etmiyordu. Akitu adıyla anılıyordu ve ilkbahar ve sonbahar olmak üzere ekinokslarda kutlanıyordu. Eklenmiş aylara ilişkin kayıtlar, Eski Babil devrinde yılın sonbahar döneminde başlamasını salık veriyordu. Sonradan yeni yıl ilkbaharda kutlanır oldu. Hangi tarih olduğu çok da önemli değil. Babilliler için asıl önemli olan zaman içinde neyin dönüm noktası olarak kullanıldığı idi. Ekinoksun seçilmesinin birden fazla nedeni olmalı. Ve bu özgün nedenlerin ipuçları anılan merasimlerde gizli olmalı.

Merasimin ilk birkaç gününde Marduk sembolik olarak metinde “Dağ” denilen yere hapsedilirdi.

Üç gün boyunca Marduk bu yer altı dünyasında, kaos ve ölüm diyarında kalırdı.

“Dağ” tabiri aynı zamanda Mezopotamyalılar’ın kil tuğlalardan Dicle ve Fırat nehirleri ovalarına yaptıkları yüksek, çok katlı tapınak – kulelerine (zigguratlar) işarettir.



Merasimin bu bölümünün ziggurat ile bağlantılı olması muhtemel. Akitu’nun dördüncü gününde Enuma eliş tekrarlanırdı ve bu ayine diğerleri de eşlik ederdi; Marduk hayata geri getirilir ve Dağ’dan veya yer altı dünyasından çıkması sağlanır. Bu arada yeni yılın başlangıcı ile Güneş’in yükselişi üzerine ne kadar çok metafor olduğunu da görmüş oluyoruz.


Marduk (Jüpiter) Şamaş –yani Güneş- değildi, ama Neo-Babil döneminde durumunun terfisinin bir parçası olarak Şamaş’ın pek çok özelliğini üzerinde toplanmıştı. Ekinoks ve yeni yılda Marduk’un Dağ’dan inişi, her şekilde, dünya düzeninin yaratılmasını temsil eder. Yaratılış efsanesinde Marduk’un rolünü zaten biliyoruz. Mevsimlerin ve yılın dönüm noktasında bu efsanenin bir ayin olarak sahnelenmesiyle Babilliler dünyanın periyodik/döngüsel doğasını tanımış oluyorlardı. Her yılın sonu, dünyanın yaratılışından önceki karanlık döneme işaret idi. Yeni dünya düzeni kurulmadan önce eski karanlık dönem yıkılmalıydı, Marduk’un Dağ’daki esaretinin anlamı da buydu zaten.



Silindir mühürlerde tasvir edilen bazı mitolojik sahnelerin bununla ilgisi olabilir. Mezopotamyalılar bir kil tablete resmi bir damga vurmak istediklerinde veya tabletteki içeriğin güvenilirliğini korumak için, silindir şeklindeki taş mühürler vasıtasıyla bir deseni tablete aktarıyorlardı.




Silindir karmaşık şekilde oymalıydı, Akad döneminden (İ.Ö. 2360 – 2180) kalma bir mühür bugün British Museum’da sergilenmekte. Bunda Güneş tanrısı Şamaş iki dağın arasından çıkmış vaziyette bir testere sallıyor ve ışığı dalga dalga dağıtıp yayıyor.

Sağda, omuzlarından akan su ve balık ile tanrı Ea görülüyor:



Soldaki tanrıça, Venüs –ve bazen sabah yıldızı olarak da bilinen-, muhtemelen Güneş’in zuhurunu müjdeleyen İştar.



Ea’ının suları burada muhtemelen bahar taşkınlarını simgeliyor. Kesin değil, zira tasvirde herhangi bir yazı da yok. Ancak burada kastedilen bahar ayı ise, sahne ekinoks dönemine ve yeni yıla işaret ediyor olabilir.




Kalan 11 gün boyunca yeni yıl merasimi süresince daha başka dualar ve ayinler devam ediyordu. Kaderlerin kararlaştırılması denilen ayin ve net anlaşılmayan kehanet okumaları burada yer alıyordu.




Yine Babilliler Sümerler’in Kutsal Evlilik merasimini sürdürdüler. Burada kral Tammuzu, rahibe ise İştar (Venüs)’ı canlandırıyordu. Ama mesaj aynı idi: doğurganlık/bereket. Döngüsel zamana ilişkin bölüm başka yerlerde olduğu gibi Babil’de de aynı idi: -tanrılar, hükümdarlar, çoğalma ve bereket, takvim ve gökyüzünde- yenilenme.

Çünkü bazı astronomik nesneler gökyüzünde belli bilinen periyotlarda hareketini tekrar eder, göksel tanrıların davranışı sayılarla sembolize edilmiş olmalıdır. İştar, Venüs gezegeni olarak belki de bu yüzden Babil tabletlerinde sekiz köşeli yıldız olarak sembolize ediliyordu.



Venüs ile ilgili referanslar, İ.Ö. 3000 gibi erken dönemlerde Güney Irak’ta önemli bir Sümer kenti olan Uruk’ta bulunmuştur. Ören yerinde bulunan bir kil tablette: “yıldız İnanna” diyor, bir diğerinde ise sembollerle birlikte kelimeler yazılmış: “yıldız, Güneş’i ayarlayan, İnanna”.
İnanna Venüs’tür,  sonradan İştar (star, stern) olarak bilinmiştir ve Uruk tabletleri onun göksel kimliğini bir yıldız ile sembolleştirmiştir: sekiz köşeli bir yıldız.



Bu sembolün ilk kullanıldığı dönemlerde görünen o ki bundan başka bir anlam yüklenmemiş; sonradan tabletlerde “tanrı” anlamına gelen bir işarete ve tanrıların asıl isimlerinden önceki simgeye dönüşmüş. Tanrı ve gökyüzü arasındaki ilişki yeterince açık değilse, Mezopotamya yazıtlarındaki bu durum bu mevcut olan ilişkiyi teyit etmektedir.

İ.Ö. yaklaşık 1600-1150’lerde Kassite Hanedanı tarafından, sekiz köşeli yıldız daha belirgin bir anlama kavuştu. Bu Venüs (gezegeni olarak bilinen) İştar’a aitti ve Kassite krallarının getirdiği bir yenilik olan kudurru’ya (sınır taşlarına) işaret ediyordu. Bu taşlar sınır bölgelerinde işaret olarak kullanılıyordu. Erken dönemlerde bunlar, kralın bahşettiği toprakları kayıt ve teyit altına alıyordu ve bundan ötürü temsil ettiği sınırları işaretlemiş oluyordu. Bunların çoğu 2-3 ayak yüksekliğinde idi. Gökyüzü tanrıları ve metinlerle ayrıntılı bir şekilde işlenmişti, yapılan işin gökyüzündeki tanrılar tarafından onaylandığını ve onların yapıp ettiklerinin, attıkları adımın bile onlar tarafından izlendiğini kayıt altına alıyordu.

Bütün bu yapılan iş ve buna vesile olan şeyler uygun bir şekilde tamamlandıktan sonra, Kral Marduk-ahe-erba’nın sınır taşı güçlü ve etkili bir şekilde salık veriyordu:

“Her ne zaman… biri bu bölgeye gelip de burada hak iddia eder veya etmeye kalkışırsa, bu bölgenin kralın bir ihsanı olmadığını söylerde ve düşüncesiz, aptal, sağır bir adam bu yazılı taşı alıp da suya atar veya onu ateşte yakar veya görülmeyecek bir yerde saklar… Bu taşta isimleri geçen yüce tanrılar şeytani lanetle onu lanetlesin, bu lanetten kaçamasın. Anu, Enlil ve Ea’nın öfkeli bakışları onun üzerine olsun, onun ve çocuklarının ve bütün soyunun hayatını mahvetsin. İnşa edenlerin (?) efendisi Marduk (Jüpiter) nehirlerini kurutsun, hanımefendi Zarpanitum (?) onun planlarını alt üst etsin. Sınırların ve bu sınır taşlarının tanrıları Ninib (Satürn) ve Gula (?) ona devasız hastalıklar versin, su diye koyu ve parlak kırmızı kan içsin. Cennetin ve yeryüzünün gözü olan tanrı Sin (Ay) onun bedenine cüzam versin, böylece yaşadığı şehirde yatacak yeri olmasın. Tanrılar, burada anılanların hepsi, ona hayatı boyunca bir gün bile lütufta bulunmasın.”

Gökteki tanrıların kurallarına karşı gelmek iyi bir fikir değildi.

Bu kudurrular üzerinde adı geçen tanrıların hepsi hakkında bilgi sahibi değiliz, ama çoğu (muhtemelen hepsi) göksel tanrılardı. Taşların çoğunda bulunan üç ünlü sembol, şüpheye yer kalmayacak biçimde bellidir: Şamaş/Güneş, Sin/Ay, İştar/Venüs.

Şamaş’ın simgesi, dalgalı çizgilerle yayılan dört noktalı daire idi ve bu bütün Mezopotamya’da Güneş’in standart sembolü idi (Güneş Tanrısı Olarak İsa Peygamber yazısındaki Hz. İsa tasvirlerine bakın).



Dalgalı çizgiler Şamaş’ın ışığı ve “ağı/şebekesi” idi.



Sin’e ilişkin ise, taşlarda açıkça “hilal” vardı ve yanındaki büyük yıldız hemen daima sekiz köşeli idi.

Güneş ve Ay ile ilgili oldukça doğrudan olan sembolizm ile İştar (Venüs) gibi tahmin yoluyla da olsa çıkarılabilecek diğer çeşitli semboller de eşit derecede doğrudandır (yıldız olarak tasvir edildikleri için). Muhtemelen sekiz sayınsının kendisi de semboliktir, zira Venüs dönüşünü sekiz yılda tamamlar. Bu zaman zarfında akşam yıldızı/sabah yıldızı/akşam yıldızı düzeni beş turda tamamlanır. Bu şu anlama geliyor: Venüs’ün şekli aynı takvim süresinde sekiz yıl sonra tekrar oluşuyor, bu da güneş çekimine bağlı beş tam geri-ileri hareketinin (eliptik) uzunluğu kadar.

Bu döngünün önemini kavrayabilmemiz için Mezopotamyalılar’ın buna ne kadar aşina olduklarını, bunun onlar için ne kadar özel olduğunu kanıtlamamız gerekir. Aslında onlar her şeyin çok iyi farkında idi. İlk Babil hanedanı (İ.Ö.1900-1660) dönemine ait Kehanet Metinleri, eski Mezopotamyalı gözlemcilerin Venüs’ün akşam yıldızı ve sabah yıldızı olarak aynı Venüs olduğunu anladıklarını kanıtlıyor.


Elimizde, Venüs’ün sekiz yıllık periyotlarda hangi görünümleri alacağını öngören, Seleukos dönemine (İ.Ö. 301-164) ait çok sayıda hedef-yıl metni var. Bu hedef-yıl metinleri öngörülen yıl için astronomik verileri ve aynı zamanda yıllar için başlangıç yılına eklenecek sayıları listeleyen kil tabletler. Venüs için eklenecek sayı sekiz. Buna bağlı olarak Venüs için tabloda belirlenen, belirtilen yıldan itibaren her sekizinci yıl için işlerlik kazanıyor. Mesela eskiçağ bilimi üzerine önce gelen tarihçilerden olan Profesör Otto Neugebauer Venüs hedef-yıl metinlerinden birini izah etmiş ve sekiz yıllık dönemler içinde Venüs’ün aldığı şekilleri, tarihlerini ve sabah yıldızı olarak son görünüşünü göstermiştir. Diğer bazı listeler de gezegenin sekiz yıllık aradan sonra akşam yıldızı olarak görünüşü üzerine. Öte yandan bu sekiz yıllık, beşli eliptik Venüs periyodu çok yakın bir hesaplama ama tam değil. Sekiz yıldan sonra Venüs, takviminin 2,4 gün kadar ilerisine kayıyor.

Neo-Babil döneminden (İ.Ö. 626-539) kalma bir metin, Venüs’ü Dilbat olarak anıyor, kayıtlara göre “Dilbat sen geri geleceksin…4 gün eksilterek”.

Buna göre, Mezopotamyalı gözlemci Venüs’ün bu sapmasını da dört gün eksilterek hesaplamış oluyor. Bir hata gibi görünebilir ama değil. 2,4 günlük düzeltme Güneş takvimine uygulanıyor ama Mezopotamyalılar Ay takvimi kullanıyor. Ay takvimindeki 1,6 gün gecikme, Venüs hareketini buna göre 4 gün geriye çekiyor, böylece Neo-Babilli astronomlar öngörülerini buna göre yapıyorlar.

Maalesef hedef-yıl metinleri biraz geç tarihe ait ve Kassite hanedanı döneminde Venüs’ün bu döngüsünün bilindiğini doğrulamıyor. Yine de elimizde Ammizaduga Tabletleri olarak anılan çok daha erken döneme ait tablet örnekleri var. Ammizaduga (veya Ammisaduqa) ilk Babil hanedanının son hükümdarından sonra geliyordu ve dönemi yaklaşık İ.Ö. 1650-1550) idi. Tarih biraz belirsiz. Hükümdarlığının sona ermesinden otuz yıl sonra Hititler onun halefini alaşağı ediyor ve böylece bu dönemde Kassite hanedanı başlıyor.

Özgün Ammizaduga Tabletleri muhtemelen İ.Ö. 1700-1600 aralığında yazılmıştı, ancak kaybolmuşlar. Suretleri günümüze ulaşmayı başarmış, Ninova’da Asur kralı Asurbanipal (İ.Ö. 668-626) kütüphanesindeki bu suretler bugün Beitish Museum’da.

Bunlarda 21 yıllık Venüs verileri girilmiş, sabah ve akşam yıldızı olarak ilk ve son görünümleri, görünmediği süre zarfı –bu dönemle ilgili kehanetlerle birlikte- kaydedilmiş.

“Eğer 25 Tammuz’da Venüs batıda görünmez oluduysa, 7 gün boyunca gökte görünmeyecek, 2 Ab’da Venüs doğuda görünmüştü, öyleyse ülkeye yağmur yağacak, terk edilmişlik hüküm sürecek. (8. Yıl)”

Yazımdan kaynaklanan hatalara rağmen metinler açıkça gösteriyor ki sekiz yıllık döngü İ.Ö. ikinci binyılda Mezopotamyalılar tarafından biliniyordu.
Birkaç istisna bir kenara bırakılırsa sekiz köşeli yıldız özel olarak Venüs için Kassite sınır taşlarında kullanılıyordu.


Diğer yıldızlar genel olarak noktalarla ve bir grup-yıldız olan Sebitti ile gösterilmiş, bu yedi nokta demetinden ve İştar’dan (Venüs) oluşan pek çok kudurru var.

Bu İştar sembolünün daha geç dönemlerinde, kullanımı yaygınlaştıktan sonra ancak yine sınır taşlarının kullanıldığı dönemde yedi köşeli yıldız Venüs için kullanılmış.

Asur döneminde de, eski Babil sembollerinin pek çoğu tapınak duvarları, silindir mühürler ve pek çok resmi metinde kullanılmaya devam etti. Sippar’daki Şamaş (Güneş) tapınağının restorasyonunda bulunan bir tablet bize üç ana sembolü gösteriyor: Güneş, Ay ve Venüs. Bu, bir yatırım ile ilgili onay mührü olarak kullanılıyormuş.


Şamaş tahtında –ve dalgalı bir zemin üzerinde- oturuyor, dört noktalı Güneş dairesi bir masa üzerinde duruyor. Bu dönemde Güneş sembolü bir değişiklik de geçirdi. Kanatlı bir daire bu Şamaş dairesinin yerini aldı ve Asurlular’ın baş tanrısı Assur bu parlak/alevli dairenin içine yerleştirildi. Ve Mezopotamya’daki Asur hükümranlığı döneminde onlara özgü bu sembol Marduk (Jüpiter) karakteristiklerinin çoğunun yerini aldı ve onun yaratıcı ve düzen sağlayıcı rollerini üstlendi. Benzer şekilde Assur da Güneş tanrısı idi uçan bir daire olarak görülüyordu.

Kanatlı Güneş sembolü geç Mezopotamya sanatında genel olarak kullanılıyordu. Asur ve Neo-Babil döneminden sonra bir Pers hanedanı olan Akaemenialar (İ.Ö. 558-330) Babil ve Asur’da hüküm sürdü. Kanatlı “uçan” daire sembolleri Persepolis’teki tapınaklarında mevcut. Elbette kanatlı Güneş sembolleri yukarı Mısır tapınaklarında da mevcut. Yalnız aralarında küçük bir fark var, Mezopotamya versiyonu açılmış kanatlara ek olarak bir kuş tüyü taşır. Belki onun “uçtuğuna” gönderme yaparak bir kuş gibi görünür.


7 yorum:

  1. Alp Bey, harika bir paylasimlar silsilesi diyebilirim. Okurken neredeyse icine girdim. Bizlerle cok degerli bilgiler paylasiyorsunuz.Cok cetrefilli bir tercüme calismasi olmus olmali. Bizler icin bunu mümkün kilmissiniz. Emeginize saglik diyorum.

    YanıtlaSil
  2. Keyif alıyorsanız ne mutlu bana... Bu gerçekten zor bir çeviriydi, makalenin orijinalini okuduğumda çevrilmesi gerektiğini düşünüp çevirdim. Hatalarım varsa kusuruma bakmayın.

    YanıtlaSil
  3. slm alp bey ben urfadan izzet benim babam 20 yıl önce köyde ev yaparken evin temelinde bitane silindir mühür bulmuş ve bu mühürün madeni mermer gibi bişey üzerinde üzerinde memesi olan kanatlı bir yaratık sakalı var güneş var balık var ay var ve gagası olan bir yaratık gibi bişey var yardımcı olursanız çok memnun olurum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. izzet bey resmini çekip yollayabilir misiniz...

      Sil
  4. alp bey e-postanıza bir video gönderdim mührün üstündeki resimleri çek tim bi bakarsanız

    YanıtlaSil
  5. Videonuz elime ulaşmadı, alpcetiner@gmail.com adresinden benimle irtibata geçebilirsiniz.

    YanıtlaSil
  6. alp bey fotoğrafı sizin faceye gönderdim bakabilirsiniz iki tane hesabınız vardı ikisinede gönderdim

    YanıtlaSil