27 Mart 2006 Pazartesi

Hayat İnsana Neler Gösteriyor!

Hayat İnsana Neler Gösteriyor!
...her sıradanlığın ardından büyüleyici bir hikâye çıkabiliyor (hiç olmazsa benim için öyle) ve hayat insana ummadığı neler neler gösteriyor!..



I
Önce Bir Not

Pılımı pırtımı, bütün eşyamı topladım Meliha Teyze; sözünü dinlemiyorum ve gidiyorum buralardan. Kaçmak, kurtulmak demek değil, demiştin. Bunu anlamak için denemem gerekiyordur belki de.
En değerli varlığımı, günlüğümü sana bırakıyorum. Belki bir gün yine görüşürüz de son kitabımı senin için imzalarım. O güne kadar hoşça kal.

II
Günlük

Almancıyız. Babam bununla gurur duyuyor. İşte burada da öyle... Evet, besbelli kabarıyor bu yüzden. Annemle ilgili yorum yapamayacağım çünkü bir türlü anlayamıyorum onu.
İşte yine yaptı bunu. Mersedesini herkese göstermek için araba solluyor. Midem bulanıyor artık bundan, kusabilirim, hem de onun üstüne. Yok yok, onun gömleğini kirletmektense mersedesini kirletmek daha güzel olur. İşte şimdi...
Böyle durumlarda biraz kenarda durulur, kusulur, sonra yola devam edilir. Ardından gelsin limonatalar, bonbonlar... Bu hep böyledir, şimdi de öyle oldu. Ama bu kez arabayı batırdığım için biraz uzun bir mola verdik. Araba havalandırılıp temizlendi (babam değil, annem temizledi; küfürü de yedik bu arada). Biraz broçin tıktılar ağzıma, sonra yine yollardayız.
Benim Türkçe konuşamayan salak kardeşim altına ettiği için yine durduk. Madem Türkçe konuşmuyorsun, Almanca söyle çişinin geldiğini, geri zekâlı. Annem mola yerinde çişe tutmuştu, yok yok, dedi; yola çıkınca işedi salak.
Arabada giderken yazdığım için yazım gerçekten kötü görünüyor. Ama aslında çok güzel yazabilirim. Türkiye’ye inince bunu göstereceğim, en güzel yazımla yazacağım. Psikoloğum günlük tutmamın bana iyi geleceğini söylemiş anneme, bunu dayımdan öğrendim. Ama ben bir çokbilen öyle istiyor diye değil, Rudi kadar güzel kompozisyon yazabilmek için günlük tutmaya başladım. Bana söylediğine göre iyi yazmak için günlük tutmak şartmış. Günlüğümün o piçinki kadar güzel ve düzenli olabileceğine inanmıyorum, ama olsun. Ayrıca o her günün tarihini atıyor, bu çok saçma bence. On beş temmuzun on altı temmuzdan ne farkı var? Ben tarih atmak istemiyorum.
-----------
Annemi seviyorum. Arabadan her yere hayranlıkla bakınıp herşeyi kameraya almaya çalışıyor. Aynı anda heryeri görmeye çabalıyor. Komik oluyor öyle, ve de aptalca. Ama ben yine de annemi seviyorum, zırt pırt arka koltuğa dönüp resmimizi çekiyor.
-----------
İşte İstanbul. Şimdi Boğaz’a yaklaşıyoruz. Buraları en son iki yıl önce görmüştüm, o zamanlar çocuk olduğum için birşey anlamamışım.
Köprü’den geçtik. Gerçekten güzeldi. Annem yine deli oldu; bir elinde kamera, bir elinde fotoğraf makinesiyle oturuyor.
Salak babam herhalde mutludur. Pek belli etmiyor ama Alman plakasıyla hangi İstanbulluyu dürtsem diye düşünüyordur mutlaka. Yol boyunca kebap kebap, diye meledi durdu; Almanya’da kebap yok sanki.
Adını bilmediğim bir kebap yedik, ayran içtik. Kola içme özgürlüğüm bile kısıtlandı. Annem neyi ne kadar yemem gerektiği konusunda her zaman olduğu gibi yine uyarılarda bulundu. Biraz kiloluyum da. Evde, son gün itibariyle seksen altı kiloydum. Babam böyle şeylerle hiç ilgilenmez, ama o da benim gibi ayıdır. Doğru söylüyorum, gerçek bir ayı... Bıyıklarım daha gür çıkarsa ona benzemekten korkuyorum.
Son dokuz saattir mütemadiyen Türk radyolarını dinliyoruz. Yine midem bulandı.
Peder mersedesini bakımdan geçirtti, sonra yolumuza devam ettik. Arabasının biryerine birşey olmasın diye ustaya bir yalvarmadığı kaldı. Rölanti ayarı yapıldı, sinyal değildi.
-----------
Hiç de yazmak istemiyorum aslında. Gerçekten... Canım o kadar sıkkın ki nintendo bile oynamak istemiyorum. Yol boyunca taktığım volkmen kulaklığı da kulağımı eskitti artık. Akçakoca’ya geldik ve otelimize yeni yerleştik, bunu yazmam gerektiği için yazıyorum. Babam inekler gibi yazıp durmamam konusunda uyarıyor (küfrediyor); iyi, ben de yazmak istemiyordum zaten.
-----------
Bizimkiler öğle vakti gelir-gelmez zıbarıp yatmaya hazırlanınca ben de duş aldıktan sonra üstüme artık temiz birşeyler giyip tek başıma dolaşmaya hazırlandım. Dedim ya zaten canım sıkkın, üç gündür bunlarla kıçkıçayız; bir de bizim sıçırtma ağlamaya başlayınca odadan fırlayıp çıktım. Arkamdan, uzağa gitmemem konusunda tembihlediler (bağırdılar).
Hava acayip güneşli; benimse canım hâlâ sıkkın, çünkü karnım aç. Aşağıda, kumsalda güneşlenenleri bile seyredesim yok. Büfenin birinden bir kutu kolayla tost aldım, bir banka oturup güneşin altında yedim içtim. Güneşlenenlere şöyle bir baktım, neredeyse hepsi erkekti. Yalnız gergedan gibi bir kadın (demek benden beterleri varmış) elinde fino gibi taşıdığı bir çocukla denize girdi ve çıktı. Ben neden denize hiç giren yok, diye düşünürken, sıçan gibi ıslanınca ağlamaya başlayan çocuğu görüp anladım: su buz gibiydi. Bizim gergedan suya sadece girip çıktı ama bu bile denizin dalga yapmasına yetti. Her yanı hop hop oynayarak gidip havlusuna sarındı sonra finosuyla birlikte.
Tostum bitince kolamı içerek kordon boyu yürümeye koyuldum. Öyle güney sahilleri kadar sıcak değil ama ben o kadar terledim ki sular kulak mememden gömleğime damlıyordu. Sıcak olduğu için belki, ortalıkta gezinen çok fazla insan yoktu ama olanlar da sanki bana bakıp gülüyorlar gibi geldi. Acaba almancı olduğum anlaşılıyor mudur? Bir vitrinin yanından geçerken kendi siluetime baktım, yüzümdeki sivilceler o karaltıda bile belli oluyordu. Gözüme en güzel güneş gözlüğümü taktığım halde sıcak duş nedeniyle kabaran saçlarım yüzünden hiç de “cool” gözükmüyordum. Yine o bildiğimiz aptal şişko maymun... Göbeğim o kadar bol gömlek giymeme rağmen yine sekiz aylık hamile karnı gibi fışkırıyordu. Karnımı daha bir içime çekerek yürüdüm. Bu bir “Alman domuzu” olduğum gerçeğini değiştirmedi tabii. Çünkü önünden geçerken dondurmacının biri “gel buyur tosunum, bu alaman dondurmasına benzemez” diye seslendi.
Etrafta biraz dolanıp tekrar otele çıktım. Ben balkonda oturup bu satırları yazarken bizim çekirdek aile hâlâ fosur fosur uyuyordu.
-----------
Akşamleyin bir restoranda balık yedik (nefret ediyorum bundan, yani hımbıl babamın keyfine uymaktan; aç karnına önüme gelen kokmuş şeylerin kılçıklarını ayıklamaktan da nefret ediyorum, köfte falan olsa çok güzel giderdi ama ne yapalım, gruba uyup balık yedim ve doymayıp aç kalktım).
Babamın gerçek bir ayı olduğunu söylemiş miydim? Hem de en âlâsından... Ve de gerçek bir kıro. Altın yüzükler, zincirler falan... Maymun gibi kıllı ve doymak bilmez bir adam. Bir buçuk kilo balığı tek başına yiyip üstüne de geğirince, arkamdaki masada iki adamın fısıldaştıklarını duydum: “Bu alamancılar gidip elin gavur memleketinin canına okudular, şimdi de gelip buranın bokunu çıkarıyorlar” diye. Bizden kimse duymadı bunu. Babam duysa kan çıkardı.
Bizim peder Avrupalı gibi gözükmez, annem de öyle. Her ne kadar “rap” giyinip küpe taksam da, ben de öyle. Anlaşılan bizim ailede Avrupalıya benzeyip paçayı sıyıracak tek adam bizim küçük sidikli sıçan... Herif hem kumral, hem de dört yaşında şakır şakır Almanca konuşuyor. Ama kimsenin yanında osurmaması lâzım, çünkü bağırsakları gerçekten Türk gibi kokuyor.
Küçükken, Türkiye’deki her kadının annem gibi türban taktığını sanırdım. Türkiye’ye ilk gelişimde bu yüzden çok şaşırmıştım. Artık büyüdüm, ama hâlâ nasıl “normal” olunduğunu bilmiyorum. Çünkü orada da, burada da bizi yadırgıyorlar.
Artık her normal insan gibi ben de uyumalıyım. Saat 01.00 oldu ve geberiyorum uykusuzluktan.
-----------
Yine yollardayız. Öğle saatleri. Yine arka koltuktayım ve yazıyorum. Ön koltuğu daha çok seviyorum, istersem annemi arkaya atıp öne ben geçebilirim. Ama istemiyorum bunu. Çünkü burada daha rahat yazılıyor. Ara sıra bizim velet oyun istiyor, oynamak zorunda kalıyorum ama olsun.
Sabah erken kalkıp (zorla kaldırdılar beni) buraları gezdik, dolaştık. Kale’ye gittik, annem defne ağaçlarından yaprak yoldu; bizim oralarda çok pahalıymış bunlar, burada bedava. Babam herşeyi kameraya aldı, annem de çılgınca fotoğraf çekti. Bu oldukça durağan geçen tatilden müthiş bir zevk alıyormuş gibi görünüyorlar. Ben de katlanıyorum buna, ufaklık zaten bundan birşey anlamak için çok küçük. Kısacası bizi çanta gibi taşıyorlar yanlarında.
Tatildeyiz ama hâlâ denize giremedim. Benim için tatil demek deniz demek oysa. Ama buralarda pek denize girilmezmiş. Akçakoca’da da zaten güzel değildi plaj. Daracık bir kumluğun üzerinde millet denize karşı güneşleniyordu. Yalnız Kale’nin yanında muhteşem bir koy vardı, sakindi, kimsecikler yoktu; tam bana göreydi yani. Dolgun yağ kitlelerimi dilediğimce ve cömertçe sergileyerek manyak gibi yüzebilirdim tek başıma. Ufaklık da rahat rahat işeyebilirdi denize. Ama burada da su çok soğukmuş.
Neden güneye inmedik, anlamıyorum. Orada deniz hem sıcacık, hem de fıstıklar bol. Öyle tenha falan değil ama Marmaris’in o tıklım tıklım sahil şeridinde denize girerken de kimse senin göbeğinle ilgilenmiyor. Neymiş efendim, buralar daha yeşillikmiş... Avusturya da yeşildi, orada kalsaydık ya o zaman... Buralara kadar gelmeye ne gerek vardı? Vatan toprağı diye katlanıyoruz işte. Güney de vatan toprağı değil mi ki?
Alanya’da kesiştiğimiz kızı da unutmadım hâlâ. Öyle kilolu, çirkin falan da değildi hem. Göbeğime baktığı da yoktu ayrıca... Acayip bakışmıştık. Cesaret edip de bir gidip konuşsam herşey olabilirdi yani. Neyse, biz artık önümüze bakalım. Şöyle Orta Karadeniz’e doğru uzanıyormuşuz. Abana denilen yerde amcamlarla buluşacakmışız. Bizim memleketten, Çorum’dan oraya geçmek kolay oluyormuş. Onlarla birlikte biraz orada kaldıktan sonra memlekete gidecekmişiz.
-----------
Amasra’ya geldik. Buraya gelişimiz gerçekten muhteşemdi. Döne döne çıkıyorsun, sonra döne döne iniyorsun. İlk defa annemden öne geçmek için izin istedim, vermedi. Neymiş efendim, çekim yapacakmış...
Yeşil, bildiğimiz yeşil. Ama rampayı çıkarken birden bir deniz belirdi ki karşımızda... Ve bir yarımada şeklinde Amasra, ve yay gibi bir dalgakıran, ve ortada küçük bir ada... Denizle gökyüzünü birleştiren tatlı bir sis vardı ufakta (Rudi oğlum, gel de gör abini, tasvir nasıl yapılırmış bak da anla). Buraların resmini yapmak isterdim.
Neyse, Amasra’ya varmadan önce yeşillik biryerlerde piknik tadında bir tıkınma gerçekleştirdiğimizden, oraya vardığımızda açlık çekmedik. Bir pansiyon bulup çantaları bıraktıktan sonra bizimkiler hemen çıkıp dolaşmaya niyetlendiler. Güneşin yakıcı sıcağı geçmiş, şöyle bir gezinmek için ideal vakitmiş (Vardığımızda saat üç gibiydi sanırım. Hayret ki hayret, iki buçuk saatlik yolu dört saatte almışız. Benim estetik duygusundan yoksun öküz babam bile gazı köklemek yerine durup manzara seyretmişse buralar gerçekten güzel demektir).
Elbette bu yalnız kalma fırsatını değerlendirip bizimkileri atlattım ve pansiyon odasında işte bu satırları yazmaya koyuldum.
İnsanları seyrediyorum balkondan: Restoranlarda oturmuş gülüp eğlenenler var, kahvede sohbet edenler var; denize girenler, sevgilisiyle sarmaş dolaş sahil boyu yürüyenler var... Güneş tatlı tatlı yüzüme vuruyor.
Peki ben niye yalnızım? Benim niye sevgilim yok? Hattâ niye burada böyle salak gibi oturmuş yazı yazıyorum? Şu an hayatta hoşuma giden tek şeyi yapıyorum; yani, evet, yazıyorum. Benim gibi bir ayıyla ilgilenmeyenleri ilgilenir kılacak şeyi yapıyorum. Belki yine yüzüme bakmayacaklar ama yazılarımı, evet, okuyacaklar. Bilmiyorum, çok karmaşık duygular bunlar. Günlüğümü kimseye okutmam. Ama birgün herkesin okuyacağı şeyler yazacağım. Kim için? Kendim için mi, yoksa başkaları için mi? Bilmiyorum, ama yazacağım...
Şimdi kalemi elimden bırakıp güneşe karşı oturduğum yerden önce Rudi’ye, sonra da Elif’e birer mesaj çekeceğim. Rudi’ye selam edip günlüğümden söz edeceğim. Elif’e de onu ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi, Frankfurt’a dönünce tek istediğim şeyin onun elini tutmak olduğunu yazacağım.
-----------
Amasra’da ertesi sabah.
Erkenden, yani herkes uyurken uyandım. Günlüğümü tuttuğum ajandamı ilk kez baştan sona okudum, yolda yazdığım kısımlar çirkin görünüyor. Ayrıca birkaç yerde şimdi anlayamadığım şeyler yazmışım. Birkaç aptal cümlenin üstünü karaladım. Bakıyorum da, önemli-önemsiz pekçok şey yazmışım. Bundan sonra benim için daha önemli olan şeyleri yazacağım, öyle olur-olmaz şeyleri değil.
Dün Rudi ile Elif’e mesaj çekeceğimi yazmıştım. Peki çektim mi? Rudi’ye evet; Elif’e, ... hayır. Yapamadım. Yüzüne söyleyemediklerimi binlerce kilometre uzaktan da yapamıyorum. Biliyorum ki beni beğenmiyor, hattâ farkımda bile değil belki. Bana “ben de seni seviyorum sevgilim” diye mesaj çekeceğine “telefon numaramı nereden buldun pis sapık!” falan diyecek, biliyorum.
Bu arada Rudi’den de cevap gelmedi.
Dün hayatımın dönüm noktasıydı. Yüzüme tatlı tatlı vuran güneş, hayatta hâlâ güzel, insanın içini ısıtan şeyler olduğunu gösterdi bana. Hayatımda ilk kez manzara seyrettim ve gerçekten hoşuma giden birşeydi bu. Ve insanlar... Balkondan ilk kez insanları seyrettim (dikizlemedim, seyrettim). Uzun uzun neler yaptıklarını; nasıl konuşup güldüklerini, yürüdüklerini, sarıldıklarını, oynadıklarını, yiyip içtiklerini izledim. Nasıl da herşey normalmiş gibi davranıyorlardı! Kim olduklarından, nerede, ne yaptıklarından ne kadar da emin gözüküyorlardı... Hayatı ne kadar da boş birşeymiş gibi görüyorlardı!
Ve yine dün düşünüp karar verdim: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Daha da büyüyüp olgunlaştığımı hissettim.
-----------
Amasra’yı gezdik, dolaştık, bizim sidikliye kâğıt oynamayı öğrettim, anlamadı salak.
Bayağıdır volkmen dinlemiyordum, dinledim.
Bu sene ilk kez denize girdim, su buz gibiydi ama olsun. İnsanlar burada da kumlara serilmiş bol bol güneşleniyorlardı. Denize giren azdı. Hiçkimse umurumda değil valla. Benim yağlı göbeğime bakmışlar bakmamışlar... Kuma öylece serilmiş yüz mayolu salak varsa yüzünün de mutlaka biryerinde birşeysi, kusuru vardır. Doya doya, titreye titreye yüzdüm, sonra da kurulanıp günlüğümü yazdım. Oh be, ne rahatmış böyle.
Babam kıllı göğsünün üstüne susamları döke döke simit yedi. Ben de açtım ama yemedim.
-----------
Amasra’da üçüncü ve son gece.
Kafam çok dağınık. Balkonda sinirimden iki paket bisküvi yedim, bir litre kola içtim. Üstelik bisküviler de sunta gibiydi, yani çok kötüydü. Şimdi yeni bir pakete başladım, bu daha iyi. Babam yatmadan önce yine bana küfrediyordu; anneme beni şikayet ediyordu, “senin bu oğlun niye böyle?” falan filan diye. Annem benim için gerçekten üzülüyor (?, sanırım). İlk kez beni psikoloğuma götürürken düşündüm bunu. Halbuki ben bana göre gayet normalim. Hattâ aslında gerçekten normal olanın ben olduğumu söylediğimde insanlar buna itiraz edebilir mi?.. Bilemiyorum (felsefe yaptım galiba).
Yeryüzündeki bütün insanlara küfretmek için kelime bulamıyorum. Bunların “s” ile başlayanlarından bıktım, çünkü bunları yeterince kullanıyorum zaten.
Bu saatlerde volkmen dinlemek güzel olurdu. Ama volkmenden de nintendodan da bıktım. Herşeyden bıktım. Artık hiçbir şey istemiyor canım. Ne gülüp oynamak istiyorum ne de ağlamak, ne televizyon izlemek istiyorum ne de uyumak. Allah’ım ben ne istiyorum, diye kendimi yokluyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Bisküvi yemek bile istemiyorum ama zorla ağzıma tıkıyorum. Sadece deli gibi yazmak istiyorum ve yazıyorum (deliler yazar mı?).
Hava şey gibi karanlık... Şey gibi işte... Deniz foşurduyor. Başka hiçbir ses yok. Bense ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum. Üşüdüm. Saat de bayağı geç oldu, yatsam iyi olur. Uykum yok ama olsun.
Nerdee bizim oranın bisküvileri...
-----------
Bir kız arkadaşım olsaydı herşey daha farklı mı olurdu acaba, diye düşünüyorum (yani benim ruh halim). Neyse canım işte!.. Çakraz’da denize girdim (muhteşem bir koydu), Kurucaşile’de karnımı doyurdum (burada babam arabaya sanat müziği kaseti aldı; yine midem bulandı, kustum), Cide’de armut yedim. Şimdi İnebolu’ya doğru gidiyormuşuz bakalım. Zırt pırt yol üstünde “İnebolu bilmemkaç km” yazıp duruyor, ama hâlâ varmak kısmet olmadı. Yol o kadar dolambaçlı ki ormanın içinde aynı yerde dönüp duruyoruz sanıyoruz. Manzara (hele deniz ve uçurumlar) nefis ama bitsin artık bu yol. Bizim oğlan yanımda horul horul uyuyor.
Yol haritası şimdi önümde. Bakıyorum da, Zonguldak’tan niye günlüğümde söz etmemişim, hayret. Çünkü çok beğenmiştim oraları. (Ben. Beğenmek.) Çaycuma’da bir restoranda köfte yemiştim, kocamandı (restoran değil köfteler). Sonra arabada uyumuştum, ondan günlük olayını atladım galiba.
Uyku deyince... O arada bir de rüya görmüştüm:
Hava soğuk ve alacakaranlıkmış, ben de sokaklarda çırılçıplak (ama anadan doğma çıplak) oradan oraya, sığınacak bir yer bulabilmek için koşuşturuyormuşum. Ama başımı sokacak hiçbir yer yokmuş. Sonra diyorum ki kendi kendime, Allah’tan hava karanlık da çıplaklığımı kimse görmüyor. Derken ileride, neşe içinde biryerlere doğru yürüyen bir kalabalık görüyorum. Hah, diyorum, şunların arasına karışırsam hem çıplaklığım göze çarpmaz, hem de belki daha az üşürüm. Onlar ileride biryerlere doğru yürürken ben de arkalarından deli gibi koşturuyorum. Koşarken yanaklarım çılgınlar gibi hopluyor, göbeğim ve çüküm oradan oraya savruluyor; nefes nefese kalıyorum. Onlar yavaş yavaş yürüdüğü bense yuvarlanırcasına koştuğum halde bir türlü yetişemiyorum kalabalığa. Sonra nasıl oluyorsa yakalıyorum ve tam aralarında kamufle oldum derken birden ortalık aydınlanıyor ve ben ortada dımdızlak kalıyorum! Herkes aniden durup bana bakıyor ve alay etmeye başlıyor: “Vay, tosun! Şu tipe bak, var ya, bu kesin almancıdır ha! Şunun çüküne bakın millet, bamya kadar, küçücük! O göbeği gâvuristanın neresinde büyüttün tosunum! Lan al yanaklı, popon da davul gibiymiş!” Ben şaşkın şaşkın bakınıp ağlarken ve bildiğim bütün küfürleri savururken onlar da beni işaret edip “saalak, saalak!” deyip gülüşüyorlardı. Sonra ötelerden korkunç bir ınlamayla tank falan gibi birşey ağır ağır üstümüze gelip hepimizi birden ezip geçecekken bir sıçramayla uyandım. Meğer o ınlama bizim arabanın sesiymiş, baktım ki biteviye uzanan kıvrımlı yollarda gidiyoruz.
Neyse... Şimdi hâlâ Abana yolundayız, tabelalarda hâlâ zırt pırt “İnebolu ... km” yazıp duruyor. Yollar o kadar kıvrımlı, inişli çıkışlı ki bizim peder gibi hızlı bir rallicinin bile hızını kesiyor. Her yer, artık mide bulandırıcı derecede yeşil...
Annem durup durup başını camdan dışarı uzatıyor, havayı kokluyor: “Ay çekin şu havayı içinize, böyle temiz hava bir daha bulamazsınız” derken bir yandan da rüzgârda uçuşan başörtüsünü zaptetmeye çalışıyor.
Sıkıldım, bitsin artık bu yol.
-----------
Yazılan son yazıdan iki gün sonra. Akşamüstü. (Tarihi belirlemek için özel bir not.)
Abana’dayız sonunda. Dün hiçbir şey yazamadım, bugün telafi edeyim bunu.
Önceki gün buraya vardığımızda hava kararmıştı. Amcamın telefonda söylediği yere gittik, bizi karşıladılar. Sarmaş-dolaş, can-ciğer muhabbetleri işte. Annemle yengem ağlaştılar. Nesi oluyordu o onun? Anneme her seferinde sorarım, sonra da unuturum... Neyse, amcamın biri geri zekâlı, diğer ikisi de ondan pek farklı olmayan üç çocuğu da törende hazır bulundular.
Geri zekâlı olan en küçükleri yedi yaşında. Onu son gördüğümde beş yaşındaydı ve yine ağzından böyle salyalar akıtıp sırıtıyordu. Kız, ama oğlan mı, kız mı belli değil aslında.
Ortanca oğlan on dört yaşında (yani benim yaşımda). İki yıl önce ayrılırken acayip kavga etmiştik ve kafasını yarmıştım salağın. O zamanlar çocuktuk ama şimdi olsa yine yaparım. Adi sümüklü. Yumurta kafalı.
Bunların çöp bacaklı ablaları ise benden iki yaş büyük ve o kadar kalın kaşları var ki, kızın suratı babamın kıllı göğsüne benziyor. Ve bu salağa abla demem için baskı yapıyorlar.
Amcam, çarşaflı yengem ve üç domuz suratlı çocuk sırıtmayı çok seven neşeli bir familya ve hepsinin de dişleri sapsarı! Üstelik enseme şaplak atıp duran yılışık amcamın ağzı da hep kokar. Annem yolda giderken sıkı sıkı tembihledi, amcana geçen seferki gibi saygısızlık etme, diye. Ben küfredince babam parladı.
Babam ormandaki akrabalarını buldu diye bir sevinçliydi bir sevinçliydi, anlatamam. Gözlerim yorgunluktan ve uykusuzluktan kıpkırmızı oldu, yemeği bile zor yedim. Bizim oğlan yol boyu uyuduğu için cin gibiydi ve o geri zekâlı kızın peşinden ayrılmadı. Kızın salyaları bizim oğlanın üstüne de bulaşmıştır mutlaka.
Annem de çok yorgundu ama babamın neşesine diyecek yoktu, bunun için yemek faslı uzadı da uzadı. Sandalyede uyuklayıp durdum. Her başım düştüğünde şakacı amcam “Ne o koca oğlan, uyuyon mu yoksa?” diye enseme şaplakları patlatıp durmasaydı mışıl mışıl uyuyacaktım.
Sonra bizi kendilerinin de kaldığı uyduruk bir motele götürüp yerleştirdiler (pansiyon bozması bir yer, kötü yani). Babam balık eşliğinde rakıları devirmiş olduğundan şeşbeş olmuştu, neşesinden durulmuyordu. Annem bir türlü uyumayan kardeşimle uğraşırken, hele şükür, uyumuşum.
Ertesi gün iki mutlu aile çılgınlar gibi eğlendi. Önce Abana’nın nasıl bir yer olduğunu anlatayım. Burası huzurevi gibi bir yer. Dedelerle ninelerin arasına düştük yani. Geçtiğimiz her yer gibi buranın da bir cumhuriyet meydanı ve ortasında Atatürk heykeli var. Önümüz deniz, arkamız dağ (yani kaçış yok). Denizi çok fena taşlıkmış (sıçtık), ama olsunmuş çünkü bir yüzme havuzu varmış (eyooo!). Meydanda çay bahçeleri falan var, ihtiyarların hepsi orada oturuyor bütün gün.
Burada yalnız değiliz. Her yerde Alman plakalı arabalar var. Bizim şehirden gelen birileri var mı, diye sürekli plakaları okudu babam.
Gün boyu bu neşeli insanlarla kıçkıçaydık. Muhabbet; bizim memleketten n’aber, gâvur memleketlerinde her bişiy tertipli düzenlidir, senin çocuklar da iki yılda amma büyümüş ve sen arabayı mı yeniledin, çerçevesinde döndü durdu. Tek iyi şey kumsalda bol bol güneşlenip bronzlaşmam oldu.
Ertesi gün, yani bugün, ablam olması beklenen salak kız bana şu meşhur yüzme havuzunun yerini gösterdi de rahatladım. Yani havuzu bulduğum için değil aslında, kafileden kurtulabildiğim için. Bir hevesle aynalı gözlükleri takıp gitmişim ki bir de ne göreyim! Havuz dedikleri su çişten yemyeşil olmuş! Üstelik su birikintisi gibi bir yer, küçük yani. Mecbur, şöyle bir ıslanıp çıktım artık; sonra da oturup öğlene kadar güneşlendim. Bir yandan da hatunları gözetledim ama pek iş yok... Ciddi söylüyorum, hepsi taşra güzeli. Etraf sıçırtma kaynıyordu. İçlerinde benim gibi almancı olduğu belli olan birkaç tanesi “Aldi” çantasıyla gelmiş Almanca konuşup bebelere hava atıyordu. Havluların üstünde “Welche schande”, “Herrlich!”, “Hübsch Bayer” falan yazıyor ... Yazık. Gençliğimiz nereye gidiyor (dermişim).
İyi ki volkmenimi yanıma almışım. Havuzun yanında, üzerinde “büfe” yazan kulübenin tepesindeki hoparlörlerden yayılan gürültüyü bastırmak için kullandım onu. Bu Türkler bu aptal müzikle nasıl eğleniyor?
Canım günlüğüm seni yanımdan hiç ayırmayacağım. Birgün oturup gerçekten ciddi ciddi yazacağım, belki o zaman ayırabilirim.
Sonra ayrıldım oradan ve motele gittim. Bizimkilerin arazi olduğunu görünce (denize gideceklerdi de, oradan da tıkınmaya gitmişlerdir mutlaka) onları arama ihtiyacı duymadım, pastaneden birşeyler alıp gittim çay bahçesine oturdum (söylemiştim ya, hani şu meydandaki çay bahçelerinden birine), kolamı da aldım, sonra başladım bir yandan yiyip bir yandan yazmaya. Ohh, hayat bu işte.
Ya, işte böyle günlük, bu sefer uzun bir yazı oldu.
Babamdan mesaj geldi, restoranda balık yiyorlarmış. Okey, dedim. Havuzdayken Rudi’ye mesaj çekmiştim, hâlâ cevap gelmedi ondan.
Yanımdaki masaya bir oma oturdu, yarım saatte üç kere göz göze geldik. Her ihtiyar gibi bu da antika bir tip. Sigara içmekten dudakları morarmış ak saçlı kambur bir kadın. Çayını yudumladıktan sonra çantasından çıkardığı bezle ara sıra ağzını siliyor. Gülümsedi. Tam cins yani.
Ee artık bu kadar yeter. Gidip bir güzel duş alayım. Amma yazmışım be. Kafam patladı.
-----------
Akşam.
Annemle babam kavga etti. Bu seferki küçük çaplı oldu. Annem dayak yemedi. Etraftan duyulur diye babam sesini kısık tuttu. Ne gam, duyan duymuştur bile.
Öğleden sonra uyudum. Çay bahçesindeki oma rüyama girdi.
Saat geç oldu. Balkonda oturuyorum. Uykumu aldığım için gözlerim cin gibi açık. Acayip yazmak istiyorum ama yazacak birşey bulamıyorum. Demin günlüğün arkasına çok salak bir şiir yazdım. Yanına da Elif’in resmini çizmeye çalıştım. Yırtsam mı ki?
Havayı soluyorum.
-----------
Gece yarısı.
Bu sefer akşamüstü atlatabildim bizim kafileyi. Sabah cümbür cemaat denize gittik. Babamlar tavla oynadı, annemler bacaklarını kuma gömdü. Allah’tan salak kardeşler yoktu, bir tek geri zekâlı kız vardı. Bizim ufaklık da onunla oynadı. Bugün pek bir şirin gözüktü gözüme velet... Dün güneşten omuzları, bacakları yanmış, değince azıyormuş. Nereden duyduysa yeni bir sözcük öğrenmiş, “mister, mister” diye diye oynadı durdu. Öbür çocuk omuzlarına dokunup bunu kızdırırken salak salak sırıtıyordu, bizimki de mızmızlanıp duruyordu ama hiç ağlamadı. Ben de volkmen dinleyip rahat rahat güneşlendim. Deniz girilecek gibi değil ve kumsal sakindi.
Dün bir aileyle tanışmışlar, Manhaymlılar mıymış neymiş, kalkmamıza yakın onlarla karşılaştılar (kadın türbanlı). Çocukları yoktu Allah’tan. Bir de onlara takıldık çünkü. Babam hemen muhabbeti kurdu.
Asıl önemli gelişmeyi sona bıraktım. Bizimkiler öğle yemeğini bu Manhaymlılarla birlikte yemeye gidince, ben de dünkü gibi yazmak için çay bahçesine kaçtım. Tam kola-börek-kalem-günlük teşkilatını kurmuştum ki, arkamda birisi belirip omuzumu tuttu ve “oturabilir miyim?” dedi. Baktım ki dünkü yaşlı kadın gülümseyerek bana bakıyor... Oturma, diyecek halim yoktu, geçti oturdu; çay bahçesinde onca boş yer olmasına rağmen.
Ben o yokmuş gibi kendi kendime takılırken “pek arkadaşın yok galiba” diye sorduğunu işittim. “Var ama hepsi Almanya’da” dedim, sonra da “yer misiniz?” diye, önümdeki börekten uzattım. Mütemadiyen gülümseyen kadın, başıyla “hayır” dedi ve garsondan bir çay istedi.
Bizim günlük işi yatmıştı, tıkınmaya baktım. Kendisini rüyamda gördüğümü ona söylemedim tabii ki. Ama o dün beni gördüğünden söz etti.
“Yazmayı seviyorsun anlaşılan, okumayı da seviyorsundur muhakkak... Benimki de lâf yani. Okumadan yazılmaz ki...” deyince bir düşündüm ve sözünü kestim: “Yok, aslında pek okumuyorum.” Önce yadırgadı, sonra yazdığımın günlük mü olduğunu sordu, cevap verip ona durumdan söz ettim (yani psikoloğumun önerisinden, falan). Önüne gelen çayı yudumlayıp ağzını küçük beziyle sildikten sonra “Biliyor musun, gençliğimde ben de günlük tutardım” diye başladı ve onu yayımlatmak isteyip yayımlatamadığından, ancak içindeki kişi ve bölümlerden bir roman oluşturduğundan söz etti. Hattâ bu kitabı çıkmadan önce, yirmi yaşındayken bir şiir kitabı bile çıkmış.
O böyle uzun uzun konuşurken eskiden olsa sinir krizi geçirip kaçabilirdim. Ama sanki benim hayallerimden bahsediyordu: Evden kaçmış, bir süre İstanbul’da, arkadaşının evinde kalmış. İlk kitabını yayımlatana kadar kız başına oralarda yaşamış. Sonra dünyayı dolaşmış. Evlenmiş.
Ağzım açık onu dinlerken kola kutusuna elimi attım, kolayı da, böreği de bitirdiğimi farkettim, öyle kaptırmışım kendimi yani.
Sonra tam benim ne yapmak istediğimi, yazdıklarımı yayımlatmaya değer bulup bulmadığımı sormuşken cep telefonuma mesaj geldi: babam yanlarına çağırıyordu (bu adam güzel bir iş yapmaz mı hiç?). Ona, gitmem gerektiğini söylerken gerçekten üzgündüm. Kalkarken adımı söyledim, tanıştık. Yarın öğlen aynı yere gelip gelemeyeceğini sordum. Meliha Teyze’yi yarın tam on ikide orada beklemeye söz verdim.
Bizimkilerin yanına döndükten sonra neler oldu? Ne yaptım, neler yiyip içtik? Hepsini anlatmak isterdim çünkü deli gibi yazmak istiyorum. Ama artık gözlerim ağrıyor, kafam zonkluyor. Yatmalıyım.
-----------
Balkon ve de yine gece.
Sabah kalkıp familyamla birlikte kuzu kuzu kahvaltı yaptım. Meliha Teyze’yle buluşmayı dört gözle beklerken, son sorduğu soruları düşündüm durdum. Günlüğümü yayımlatmak mı, hayır, olmaz bu; ama yayımlatacağım başka şeyler birgün mutlaka yazacağım. Niye ama? Bilmiyorum, bilmiyorum. Yani ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Yani amacım yok mu benim hiç? Belki başka konularda vardır ama bunda... Hayatımda hangi konularda amacım var?... Hayatta hiçbir amacım yok mu yani benim? Ama niye üzsün ki bu beni... Amaçsız hayat, anlamsız hayat demek mi sanki... Belki de öyledir... Bilmiyorum.
O an yaşadığım sıkıntı ve korkuyu anlatamam sana günlük. Bu çok belli oldu herhalde ki annem “Oğlum neyin var senin?” dedi.
Meliha Teyze’ye sorsam çakar mı ki bu konulardan? Çakmasa sormazdı herhal, diye düşündüm.
Çay bahçesine gittiğimde kambur teyzeyi görünce sevindim. Böylesine, bir oma’yı görünce sevineceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama dün gerçekten de büyülemişti beni, ağzım açık kalmıştı yani.
“Oo, gel bakalım tombul oğlan” dedi, oturdum (ama kızmadım bu lâfına). Oturur oturmaz “Hani sormuştun ya dün, günlüğümü yayımlatmak istemezdim” dedim, “ama bir gün mutlaka başka şeyler yazacağım. Niye, bilmiyorum; ama yazacağım işte. Canım öyle istiyor yani”.
Yanımızdan geçen garsonu çevirip çayla kola söyledi (bana sormadan).
“Biliyor musun, benim senin yaşında bir torunum var; ama onu hiç görmedim” dedi; ben ne alâka, ve de bana ne, diye düşünürken devam etti:
“Kızım öyle mutlu olacağını düşünerek birgün sevdiği adamla atladı Avustralya’ya gitti, gidiş o gidiş. Şimdi ara sıra mektup gelir. Sebebini sorduğumda canım öyle istiyor, demişti. Ama mutluluğu aramak için gittiğini ben biliyorum. Sen de mutlaka bir amacın olduğu için yazarsın bence. Ve bu amaç sadece ‘mutlu olmak’ olabilir. Unutma genç dostum; yaşamak, mutluluğu aramaktır. İnsanların hayattaki ilk amaçları mutlu olmaktır.”
Oma’yı dehşet ve ibretle dinledikten sonra sordum:
“Üzülmedin mi?”
“Neye? Haa... Önce üzüldüm ama ne yapabilirdim ki... Hem şimdi söyle bakalım, ne yapmak istiyorsun?”
Başımı kaşıdım, önüme gelen koladan bir yudum aldım ve dedim:
“Önce kurtulmak istiyorum. Nasıl yaşadığımı bilemezsin oma, şey, yani Meliha Teyze. Almanya’da Türk gibi, Türkiye’de Alman gibi yaşamak nedir, bilir misin? Göbeğinle, sivilceli suratınla herkesin dalga geçmesi... Annem-babam bile uzaylıymışım gibi davranıyor. Sevdiğim kız da beğenmiyor zaten beni...”
Ağlayacaktım neredeyse. Kolayı bir dikişte içtim.
Bir sigara çıkarıp yaktı. İçerken kırışık suratı iyice buruştu. Duman beyaz saçlarıyla karışır gibi oldu. Lambanın cini gibi yani, şaştım.
“Ben gençken İstanbul’a kaçmıştım kurtulmak için. Bütün gençliğim boyunca dehşetli güzel günler yaşadım. Ama sen sormadan ben söyleyeyim, nereye gidersem gideyim sıkıntılarım da benimle birlikte geldi. Kaçış kurtuluş demek değilmiş meğer.”
“Ee, sen ne yapmak istiyordun Meliha Teyze?” diye sorduğumda gözü uzaklarda biryerlere dalmıştı.
“Üretmek ve paylaşmak istiyordum. Yaptım da. Yazdım ve onları insanlar okudu. Sonra üniversitede arkeoloji tahsili gördüm ve kazılar yaptım. Hoca oldum, öğrenciler yetiştirdim. Çevirmenlik yaptım, kitap çevirdim. Turist rehberliği yaptım, yeni insanlar tanıdım. Sevdiğim bir kocam ve çocuğum oldu. Ama işte... Bir an geliyor ve herşey yitip gidiyor. Sana pek sahip çıkan olmasa da gün gelip arkana baktığında, Birilerini sevindirmiş olmak, işe yarar şeyler yaptığını görmek, gönüller kazanmış olduğunu anlamak yanına kâr kalıyor. Ben yapmak istediğim herşeyi yaptım arkadaşım. Şimdi bırak da şu sigaramı rahat rahat tüttüreyim.”
Saatine baktı, sigarasından bir-iki nefes daha aldıktan sonra söndürdü; çantasından bir ilaç çıkarıp soğumuş yarım bardak çayıyla içti.
“Artık benim kalkmam gerek” dedi ve elimi tutup kendisini evine bırakmamı rica etti. Garsonla hesaplaştıktan sonra kol kola ayrıldık oradan. Az ötedeki evine varana kadar da konuştu benimle:
“Sanırım bir daha görüşemeyeceğiz yakışıklı. Ben yarın gece evime, İstanbul’a dönüyorum. Sana bir ödev vereyim giderayak. Bu ödevi kızıma da vermiştim, işe yaramıştır herhalde. Kim olduğunu iyice düşün, sahip olduğun kimliklerin -ama hepsinin- bir listesini yap kafanda. Bu kimliklerin, kendini ait hissettiğin yerlerin sayısını hep arttırmaya çalış. Ait olduğun yeri bul ve orada yaşa. İnsan ancak mutlu olduğu yerde -gerçekten- YAŞAYABİLİR. Ama unutma ki, bunu bulunduğun yerin dışında ararsan büyük olasılıkla hüsrana uğrarsın; yaşadığın yeri YAŞANIR hâle getirmeye çalış, utanmadıkça ve kimseye zarar vermedikçe dilediğini yap. Böylece yaşamanın bir amacı ve hayatının anlamı olacaktır, bu yolla da umarım aradığın mutluluğa ulaşırsın.”
İlk kez bir ihtiyarın elini içtenlikle öperken bu sözleri kulağıma küpe edeceğime dair kendi kendime söz verdim ve teşekkür ettim ona. Kendisini kapıda karşılayan bakıcı kadına emanet ettikten sonra ayrıldım oradan.
-----------
Sabah.
Geçe üçte yattım ve sabah onda kalktım. Hayatımın en güzel gününü (yani dün) öyle yarım bırakamam.
Meliha Teyze’den ayrıldıktan sonra motele dönüp mayomu giydim; bizimkilerin yanına, kumsala koştum. Çok şükür, benim güzel ailemin fertleri baş başa oturuyordu kumların arasında, yanlarında kimse yoktu. Nereden geldiğimi sordular, arkadaşımın yanından, dedim (uzatmadım yani) ve sevgili mama’ma sarıldım. Tek başına, canı sıkkın, kumlarla oynayan sidikli kardeşimin elinden tuttum, soğuk sulara koştuk; akşama kadar birlikte oynadık, güldük, eğlendik. Bu çocuğu çok ama çok seviyorum, nintendo’mu kırsa da (şimdi yanıma geldi).
Akşam yemekten sonra bir gazinoya gittik, göbek atıp eğlendik. Gece eve dönerken ilk defa kendimi bu kadar mutlu ve de olgun, yani gerçek bir insan gibi hissettim. Artık büyüyüp adam olduğumu düşündüm yine. Sonra da oturup sabah üçe kadar -şimdi olduğu gibi- günlüğümü yazdım.
Dün, işte öyle unutulmaz bir gündü. Bugün de dünyanın en güzel sabahı benim için. Bizimkiler kahvaltıdan sonra amcamlarla denize gitti, ben de canım kardeşimle evde kaldım. Ona, günlüğümü yazdıktan sonra memory oynamak için söz verdim ama ne yapacağımı şaşırdım. Şu an heyecandan titriyorum yani... Çünkü az önce Elif’in en yakın arkadaşı Derya’dan mesaj geldi (numaramı kimden aldı acaba, ... Rudi’den almış olabilir), dün bende söz etmişler. Elif benden çok hoşlandığını söylemiş. Tanrım! Bunca mutluluktan sonra sevdiğim kıza da kavuşmak...
-----------
Aynı gün akşamüstü.
Sevgili günlük herşey bitiyor artık. Sana bu son satırları yazarken hiçbir şeyin eksik kalmasını istemiyorum.
Oğlanı kumsala, annemlerin yanına bıraktım.
Derya’ya telefonla karşılık vermedim ama burada bir internet kafe bulup Elif’e e-mail atabildim. Onu ne kadar sevdiğimi yazdım. Deli gibi bir cevap bekledim. Deli gibi... Ne kadar beyinsiz olduğumu ancak şimdi anlıyorum, nasıl oyuna getirildiğimi ise hâlâ anlayamıyorum. Yapmayacaktınız bunu bana.
Ailemi ne kadar sevdiğimin farkına vardım (babamı bile). Kızgın güneşin altında biraz dolaştım. Anladım ki artık ben başka bir insanım. Yine anladım ki benim sevgim, bana olan sevgisizliği engellemiyor.
Meliha Teyze’yi neden bu kadar sevdim? Çünkü o benimle gerçekten ilgilenen ilk ve tek insandı. Bana soru sordu, elimi tuttu ve öğüt verdi.
Hayatıma anlam katmak ve kendime bir amaç aramak için gideceğim buradan. Birgün ailemin yanına geri dönerim, ama hiç olmazsa bir süre yalnız kalmalıyım.
-----------
Meliha Teyze, bu satırları okuyacak muhtemelen ilk ve son kişi sensin. Notumda da dediğim gibi, bir yazar olarak çıkacağım karşına. Sözünü dinlemediğim için affet ve günlüğüme iyi bak. Çünkü bunun ancak senin elinde bir değeri var.

III
Yıllar Sonra, Yeniden...

O gün kaçıp giderken nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Doğru söylüyorum, bulacağım vasıtalara bağlıydı herşey. Amasra’yı çok sevmiştim, oraya gitmek isterdim; ama işte, herşeyi kötü talihime bıraktım belki de.
Yanıma biraz parayla beraber sırt çantama koyduğum bir-iki giysi ve volkmenimden başka hiçbir şey almadım (telefonumu bile). Motelden sıvıştıktan sonra günlüğümü bırakmak üzere Meliha Teyze’nin evine yöneldim. Ajandamın sayfalarını son kez şöyle bir karıştırdıktan sonra kapısının önüne, basamaklara bırakıp zili çaldım ve sıvıştım (bakıcı kadının onu görüp aldığından emin olmak için durumu gözlemeyi ihmal etmedim tabii). Hızla ve heyecanla (hattâ kan-ter içinde ve titreyerek) şehre, terminale ya da herhangi bir yere gitmek üzere meydandaki dolmuşa atladım. Güneş kızıla dönmüşken ve işte, gün sona ererken benim için yepyeni bir macera başlıyordu. Tıpkı Ceymis Bond filmlerindeki gibi bir heyecanla, ama gerçek bir heyecanla Abana’ya -görebildiğim kadarıyla- son bir kez baktım. Benim gibi dolmuştaki diğer yolcular için de böylesi bir heyecandan söz edilebilir miydi acaba? Sanmıyorum. Çünkü onlar dolmuşun neden bir türlü kalkmadığını merak edip söyleniyorlardı. Şoför dolmuşun arıza yaptığını ve bunu gideremediklerini söylediğinde ve de ben dolmuşun bir türlü kalkamadığına yerindiğimde benim için artık herşey çok geçti. Babam tarafından enselenip motele götürülürken maceranın başlamadan bitişine değil, kaderime ağlıyordum. Boşuna değildi bu, zira annem odaya bıraktığım dramatik notu okudukça ağlarken babam kahkahalarla güldü durdu.
Şimdi yirmi dört yaşında genç bir sanatçı olarak yine Türkiye’deyim. Hayır, bu kez tatil için değil; geçen sene kesin dönüş yapıp İstanbul’a yerleştik (babam emekli olunca yani).
Yazma işinde hayallerim pek gerçek olmadı. Evet, sanatçı oldum; ama yazarak değil... Berlin’de, güzel sanatlarda resim üzerine okuyup iyi ve kendimce iddialı bir ressam oldum (Berlin’de okudum, diyorum; yani evden uzaklaşmanın başka bir yolunu bulmuşum demektir ve bu işe yaradı, başarılı oldum). Türkçe’mi geliştirdim ve/fakat yazma işindeki etkinliğim de işte bu satırlardaki kadardır.
Günlüğümü nasıl olup da tekrar elde ettiğimi merak ediyorsunuz (etmelisiniz en azından). Tanıştığımızın ertesi yılı, gene tatilde, Abana’da Meliha Teyze’yle birlikte olduk ve ondan sonraki yıl da. Sonraki yıllar da, demek isterdim ama maalesef o yıl Meliha Teyze’yi yitirdik. En değerli eşyamı ona bırakmaktan dolayı pişman değilim. O bana bunun karşılığında hazineler verdi. Ayrıca günlüğümdeki pek çok yanlışı düzeltmiş ve eklemeler yapmış. Sayfalarına düştüğü özel notları kendime saklıyorum. Onun dileğini yerine getiriyorum ve işte, onu okuyucularla buluşturuyorum.
Elif konusunu da merak ediyor olmalısınız. Almanya’ya döndüğümde bu eşek şakasının hesabını kimseden sorma ihtiyacı duymadım (belki de utancımdandır). Bu konuyu o zaman ve orada kapattım. Ondan sonra bambaşka dostluklarım, heyecanlarım, aşklarım oldu. Bugün o tombul çocuk da sadece tatlı bir hatıra oldu benim için. Zayıflamış, yakışıklı ve her haliyle kendisine güvenen bir insanım (ah Meliha Teyze, sen olmasaydın...). Ve yine bugün, bir Hintli güzele âşığım...
Shashi’yle her gün, birbirimize dokunamasak da görüşüyoruz (sanal ortamda, teknoloji sağolsun). Ülkesinden kalkıp (bu kez turist olarak değil ama) buralara gelecek ve kendi hikâyesini olduğu gibi benimkini de “mutlu son”la bitirecek. Hayaller biter mi, bitmeyecek ve kimbilir, yenilerini belki Abana’da, belki Amasra’da, belki de bir gün Hindistan’da kurmaya devam edeceğiz.
Gördüğünüz gibi, her sıradanlığın ardından büyüleyici bir hikâye çıkabiliyor (hiç olmazsa benim için öyle) ve hayat insana ummadığı neler neler gösteriyor!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder